Amircan Alpeyisov

Genç Tulpar Hareketi


Скачать книгу

yönetim yapılarındaki katı düzeni korumak için otoriterliği, tek başlılık yönetimini sürdürmekte ısrar ederler. Bu yönetim tarzı bazen katı, bazen yumuşak eğilimli bir siyaset etme yöntemi uygular. Sovyetler Birliği’ndeki proletarya diktatörlüğü ise, katı imparatorluk yönetiminin en kanlı, en kaba tipi olarak ortaya çıktı. En büyük ve en son imparatorluk, Komünist Parti önderliğindeki işte bu devlet oldu.

      Herhangi bir devlet, yaşayan bir organizmadır; doğar, gelişir. Gelişmeyi, düşüş ve yenilenme dönemleri takip eder. Ve Sovyetler Birliği de toplumsal gelişmenin bu doğal yasasının dışında kalamadı.

      Kazak halkı ise, talihsizliğinin bir eseri olarak, Sovyetler Birliği’ne bağımlı olmak durumunda kaldı. Aslında Kazak tarihinin son 300 yılı benzer bir kaderi yaşadı.

      Kazak Hanlığı, istikrarlı bir hale gelip sosyal, siyasi ve ekonomik olarak gelişip güçlendiği sırada Cungar istilası ortaya çıktı. Kırk yıl süren kıyım-katliamdan kurtulup ancak kendine gelebildiğinde ise Rus Çarlığı boyunduruğu başladı; bu durum, Sovyet yönetimiyle devam etti.

      İnsan, tarih içinde ömür sürer ve uygarlığı inşa eder. Ne var ki, kendi dirliğini sürdürürken, acımasız bir yönetime maruz kaldığında, onun verdiği ziyan ile hayatı, insanın dile getiremeyeceği derecede kötüleştirir. Aynen bunun gibi, dünyanın altıda birini kaplayan bir coğrafyada hüküm süren Sovyetler Birliği, “dünyada cennet” olacağını iddia ettiği komünist toplumu inşa uğruna, öz halkını azaba düçar edip, “dünyadaki cehennem”in ateşini yaktı. Sovyet yönetiminin söyledikleri ile icraatları arasındaki uzaklık, yalan söylemeyi, o da sahtekârlığı getirdi. Kendi halkını gözünü boyayıp aldatma, alışkanlık halini aldı. Ardıcın közü olmaz, yalancının sözü olmaz misali, halk da, yavaş yavaş yönetimin niyetini anladı. Ne var ki, bunu açık şekilde dile getireceği güne kadar, maskeli balo oyunu oynamaya devam etti.

      En önemlisi de, ulusal azınlıkların maneviyatlarının bu keşmekeşlik içinde günden güne bozulmaya başlamasıydı. Yalanla, göz boyamayla yaşayan bir toplumun kişilik sahibi olamaması, değer üretemez hale gelmesi ve kısırlaşmaya doğru yuvarlanması kaçınılmazdır. Böyle toplumdaki bir siyasi yapının da, er ya da geç, kökten değişikliklere uğrayacağı gün gibi açıktır. Sovyet yönetimi; özgürlük, eşitlik, sosyalizm, komünizm, mutlu çocukluk, milletlerin dostluğu gibi sloganlarla halkı kandırıp zihnini esir aldı. “Tek parti, tek iktidar, tek temsilci” politikası çoğunluğu kör kalabalığa dönüştürdü. Polis gücüne dayanan eli sopalı yönetim, sadece düşüncesine uygun olana hayat hakkı tanıyıp, siyasi görüş farklılıklarına karşı merhametsizce mücadele yürüttü.

      Tüm sömürgeci imparatorlukların amacı birdir. İstila ettikleri halka boyun eğdirip, onları avuçlarının içine almak isterler. Karşılarındaki başlıca engel olarak da düşünceyi gördüklerinden, öncelikle, sömürge altına aldıkları halkın aydınlarını kurutmayı hedeflerler.

      İnsanlık tarihindeki en büyük cürümler, XX. asırda Sovyetler Birliği’nde, Komünist Parti önderliğinde gerçekleştirildi. Ülke, halklar hapishanesine dönüştürülürken, tam bir katliama da maruz kaldı.

      Sovyet yönetimi, görünürde “halk” diyordu; gerçekte ise, onu horlanmaya mahkûm etti. 1920 yılında, V.I. Lenin’in talimatıyla komünist S. Berzin1, “Solovetsk” adasında dünyadaki ilk toplama kampını kurdu. Onu takip edenler, tarihte eşi benzerine rastlanmayan zorbalıklar gerçekleştirdiler; “halk düşmanları ailesi” denilen suçlama ile kadınlar ve çocuklar için bile toplama kampları inşa ettiler. Bu uygulama daha sonra Alman faşistlerine de örnek oldu; onlar da bunun benzeri kamplar kurdular. Komünistlerle Alman faşistlerinin devlet idare etme tarzları birbirine çok benzer bir hale geldi. Tek fark olarak, Alman faşistleri, istila ettikleri ülkelerin halklarını katlettiler, komünistler ise kendi halklarını…

      Sovyetler Birliği’nin işlediği en büyük cürüm ise, sosyalist sistemin totaliter baskısıyla iki yüzden fazla ulusu bilinçli olarak birbirleriyle karıştırıp ortadan kaldırmaya yönelik siyaseti oldu. Bu siyasetin neticesinde karışık evlilikler ve bu evliliklerden doğanların sayısı arttı. Çok sayıda halk, etnik topluluk yok olup gitti. Yüzlerce, binlerce yıllık tarihleri olan kadim kültürler kayboldu. Sovyetlerin dünü ile bugünü karşılaştıran Alman yazar Thomas Mann, Sovyetler Birliği’ni bu yönüyle, dipsiz bir kuyuya benzetecektir.

      XX. yüzyılın 50’li-60’lı yıllarının Sovyetler Birliği tarihinde özel bir yeri vardır. Josef Stalin’in ölümü, Sovyetler Birliği’nin iç ve dış politikalarındaki eksikliklerin görülebilmesini sağladı. “Tek Kişiye Tapınma ve Sebepleri” öz eleştirisi,2 Sovyet siyasi sistemi ve toplumsal hayatında ciddi bir silkiniş meydana getirdi. Yeni yöneticiler, büyük bir hevesle sosyalist sistemin temel ilkelerine dokunmadan ülkede siyasi reform yapmaya giriştiler. Tahmin edilebileceği gibi bu liberal açılım, istikrarlı olarak devam etmedi. Totaliter bilinçle yoğrulmuş toplumda, elitler de büyük değişimlere, yeniden yapılanmaya hazır değillerdi. Yine de kapitalist Batı ülkeleriyle ilişkiler bir nebze düzelip, “demir perde” aralandı. Ülkedeki siyasi baskı ve zorbalıkların azalmasıyla birlikte, Sovyet iktidarının öz halkına uyguladığı zulmün, beslediği evhamın da örtüsü açılmaya başladı.

      “Kruşçev Ilımlılığı”3 politikasının hayata geçmesi için ülkede nesnel ve öznel ön şartlar hazırdı. Sovyetler Birliği Komünist Partisi (SBKP)’nin XX. Kongresi’nde “Tek Kişiye Tapınma ve Sebepleri” kararının kabul edilmesinin de bir gerekçesi vardı. Gerçeği balta kesmez! Kongre’de, Merkez Komite üyelerinin kararı oy birliği ile kabulünün kendisi çok şey anlatır. Bu kararla, tarihin inişli çıkışlı yolunda kişiye tapınma alçaklığının yüzündeki örtü açıldı. Aslında, kişiye tapınma politikası Stalin’den daha önce, Lenin’in inşa ettiği bir kızıl terörizm yoluydu. Şimdi ise bu siyaset devlet düzeyinde ifşa ediliyordu. Komünist Parti’nin XX. Kongresi kararları, yönetimin yüzünü halka çevirip, adalet sağlama niyetinde olduğunu gösterdi. Despotluk, zulüm idaresinin katılığı, yumuşama yoluna gireyim dedi.

      1939-1945 yılları arasındaki İkinci Dünya Savaşı, ölüm ve zorluklarla birlikte Sovyet asker ve subaylarının yaradılışlarına etki edip, dünyaya bakış açılarını değiştirdi. Batı ülkelerindeki yaşantıları gören Sovyet vatandaşları, kendi hayatlarına daha eleştirel şekilde bakmaya başladılar. Savaştan dönenlerin arasında sosyalist sistemin hatalarına, etnik ilişkilerdeki yanlışlıklarına kafa yoran adamlar çıktı. Bilhassa Rus entelijiyası saflarından savaşa katılan Aleksandr İ. Soljenitsin, Anatoli Rıbakov, V. Aksanov gibi şair ve yazarlar, eserlerinde, Sovyet sisteminin ne olduğunu açık olarak ifşa ettiler. Rusya tarihinde benzer bir durum, 1812 yılındaki savaştan (Rus-Fransız Savaşı) sonra da yaşanmıştı. O zaman da Napolyon’u yenen Rus ordusunun ön saflarındaki birliklerin subayları, monarşik yapıyı değiştirmek amacıyla harekete geçmişler ve “dekabristler” olarak adlandırılmışlardı.

      Sovyetler Birliği, 1921-1954 yılları arasında 3 milyon 777 bin vatandaşını “halk düşmanı” olarak yargılayıp hapishanelere tıktı; bunların 642 bini kurşuna dizildi. 1929-1933 yılları arasında Kazak Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti OGPU4 siyasi temsilciliğinin üç kişilik kurulu ise 9.805 yargılamada bulunarak 22.933 kişi hakkında hüküm verdi, bunların 3.386’ü kurşuna dizildi. Kurşuna dizilenler arasında Jusipbek Aymavıtov, İmanjusip Kutpanov gibi millet gamı çeken Alaş aydınları ile şair-ozanlar da vardı.

      Kazakistan’da, 1937-1938 yılları arasında da 100 binden fazla insan