Abdildacan Akmataliev

Cengiz Aytmatov Günlükleri


Скачать книгу

gündeme getirdi. Merkezî ve bölgesel gazeteler Hoca’nın dediklerini durmadan yayımlıyorlardı. Onunla birlikte Ostankino televizyonunda edebiyat gecesine de katılmış. 12 Mart’ta ailemizle birlikte ekran karşısında oturuyorduk. Teybe de kaydettirdim. Edebiyat gecesi güzel geçmişti. Halk kalabalıktı. Soruların çoğu ‘Kıyamet’ romanı hakkındaydı. Soruları açık ve net bir şekilde cevaplandırılıyordu. Program biter bitmez telefonla arayıp tebrik ettim. Kendisi de çok memnun oldu.

      “Elturan da izledi mi?” diye şakalaştı.

      “Kucağımıza alıp oturduk.” dedim.

      “Japonlar doğduğu andan itibaren çocuklarını eğitmeye başlıyorlarmış… Elturan’ın burnundan öp…”

      “Teşekkür ederim.”

* * *

      İtalya’ya gezisinden geldikten sonra evinde oturuyorduk. ‘Kıyamet’ romanına olan ilgiden dolayı birçok edebiyat geceleri düzenlenmiş. Bunun yanında İtalyalı okuyucular, yazarın sanat anlayışı ve eserleri hakkında epey bilgi sahibiymiş. ‘Erken Gelen Turnalar’, ‘Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek’ uzun hikâyeleri ‘Etruriya’ ödülü ile ödüllendirildiğinde gazete ve dergilerde onlarca makale yayımlanmıştı.

      Makalelerde şehrin, ülkenin güzelliği, temizliği ve insanların kibarlığı konularına geniş bir şekilde yer verildi. Özellikle onlardaki küçük şehirlerin mermerlerle yapılması dikkatini çekmiş. Amerikalı milyonerler, örneğin Rockfeller’in ailesi her yıl İtalya’da tatil yapıyormuş. Hoca, bu sefer de dünyanın bir ucundan mutlu bir şekilde dönmüş.

      ‘Kıyamet’ romanı Rusça olarak yayınlanmıştı. Okuyucular arasından ilk imzayı ben aldım: “Bu kitabın yazılmasını heyecanla bekleyen Melis ve ailesine, Elturan’a. C. Aytmatov. 1 Mayıs 1987.”

      3 Mayıs’ta Halk Yaratıcılığı Sergisinde Basın Bayramı düzenlendi. ‘Kıyamet’i okuyucular anında bitirdi. Halk kalabalığı görülmeye değerdi. Sırada bekleyenler emeklerinin karşılığını olarak ‘Kıyamet’ romanını elde ettikleri için seviniyorlardı. Hoca da kalabalığın içindeki varlığı ile bayrama ayrı bir neşe katıyordu. Herkesin bayramını tebrik etti ve kitaplarını imzaladı. Bazı insanların ise: “Takım elbise giyse ve kravat taksaydı.” gibi bahanelerle hemen Hoca’yı eleştirmeye başladıklarını da duyuyordum. Hoca ise Eldar ile Şirin’den kaçarak serginin yanında bulunan hükümet villalarından yürüyerek gelmiş. Eh zavallı insanlar, başkaları görmek için özlem duyarken, elimizdeki altının değeri yokmuş gibi Hoca’da bir hata aramaya çalışıyoruz.

* * *

      Yazarlar ve hükümet başkanlarıyla toplantı düzenlendi. K.

      Asanaliev ile A. İvanov güzel birer konuşma yaptı. Hoca, toplantıyı soğukkanlılıkla yürüttü. Toplantıdan sonra Ş. Akparzade ile ayrıldık.

      Ertesi gün Ş. Akparzade ile ikimiz ‘Issık Köl’ otelinden

      Hoca’yı aradık ve o gelinceye kadar dışarıda bekledik; sonra da hükümet villalarının yemekhanesine gittik, yemek yedik. Ş.

      Akparzade ‘Kıyamet’ romanından yaklaşık yirmi tane satın almış. Hoca; hiçbir şekilde yorulmadan, bıkmadan onların isimlerini yazarak kitapları imzaladı.

      Uzun sürdü. Sonra birlikte şehre indik. Hoca Merkezî

      Komite’ye gidecekmiş, kravat takmasa da benim kravatımı vermemi rica etti. Kravatım çok kısa geldi, ama Hoca ona önem vermedi, tarağımı da aldı.

      Şahmar Hoca’yla ikimiz parkta dolaştık.

      ‘Pravda’ gazetesinde ünlü şair Silviya Kapitikuyan’ın dil meselesi hakkında makalesi yayımlanmıştı. Hoca hakkında da biraz bilgiler vardı. Makale Ş. Akparzade tarafından beğenilmiş, o da kendi görüşlerini bildirdi. Önceki gün Hoca ile Dram Tiyatrosuna giderek “Gün Olur Asra Bedel” gösterisini izlemişler. Onun fikrine göre gösteri, eserin öykü çizgisinden biraz uzaklaşmış. Belli başlı konular üzerinde durmamışlar.

      Ş. Akparzade bizimle vedalaşarak Bakü’ye gitti. Bu önemli insanla Hocanın ilişkilerini iki ülke arasındaki bir köprü gibi hissettim.

      9 Mayıs. Zafer Bayramı günüydü. Bahar ayının güzelliği moralimizi yükseltiyordu. Hoca’nın evinde ördek yiyorduk. Hoca, Eldar ile Şirin’e Nivhilerin ördek Luvr hakkındaki efsanesini anlatmaya başladı. ‘Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek’ adlı uzun hikâyesinin ortaya çıkışında yazar V. Sangi’nin etkili olduğunu biliyordum. Bir gün Vladimir Sangi Hoca’yı misafir etmiş ve kendi geleneklerine göre ağırlayarak ördek getirmiş; Luvr ördeği. Yedi yaşındayken büyük insanlarla birlikte ava çıktıklarını, kaybolanların ak baykuşu takip ederek yerlerine ulaştıklarını anlatmış. Sangi’nin anlattıkları Hoca’nın ilgisini çekmiş. Aklında iyi tutabilmiş, eserinde nasıl ele aldıysa, aynı şekilde bugün çocuklarına anlatıyordu:

      “Eski zamanlarda Luvr ördeği olmasa dünya farklı yaratılırdı. Şu anki gibi yer ile suyun birbiriyle savaşmadan dünyanın başka türlü olacağı kimsenin aklına bile gelmezdi. Öyle olsaydı yer ile su bu şekilde birbirine kin besleyerek kalırdı galiba… O zamanda, şu anda üstümüzde uçmakta olan normal ördeğin Umay Anası olan Luvr ördeğinin yumurtlama zamanı imiş. Ördek yuva yapmak için avuç içi kadar kuru toprak aramış. Bu sırada dünyanın üzerinde tek başına uçuyormuş. Dünyanın bir ucundan diğer ucuna kadar uçmuş; fakat yuva yapacak bir dal ya da ot bulamadığı için çaresiz kalmış. Sancısı artan zavallı Luvr, öterek uçuyor, soyunu devam ettirecek yumurtasını denizin dipsiz ve belirsiz girdabına düşürürüm korkusuyla dikkatli hareket ediyormuş. Nereye giderse gitsin dört tarafı dalgalanan sonsuz su, kıyısı ve sonu olmayan ulu su. Bu dünyada yuva yapacak bir avuç kadar toprağın bile bulunamayacağını anlayarak ümidini yitirmiş. Luvr sonunda suya konup kendi tüylerinden kopararak, dalga üstüne yuva yapmış. İşte o dalgalanan yuvadan da yer oluşmaya başlamış…”

      Hepimiz Hoca’nın ağzına bakıyorduk. Bu efsanevî ördeği yakalayıp yiyormuşum gibi hissetim.

      “Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek isimli uzun hikâyeyi okuduktan sonra, ilginç bir hadiseye şahit oldum.” dedim.

      “1977 yılının ekim aylarıydı. Oş’ta çalışıyordum. Öğrencileri pamuk toplamaya götürmüştüm. Hava çok sıcaktı. Öğrenciler pamuk topluyordu. Ben ise yeleğimden küçük bir gölgelik yaparak sizin uzun hikâyenizi ‘Znamya’ (1977 Sayı:4) dergisinden başımı kaldırmadan okuyordum. Eserin son sayfalarına gelmiştim. Bir damla su için Organ, Mılgun, Emray’in canlarına kastediyorlardı. Kirisk’in durumu ağırdı. ‘Çıçkan (fare) ağa su ver…’ diyerek bayıldı. Ben de sıcaktan çok susamıştım. O sırada her taraftan ‘Susadık!’, ‘Su yok mu?’, ‘Su ne zaman gelecek?’ diyen çocukların sesleri gelmeye başladı. ‘Alın su!’ dedi arabasını durdurmaya çalışan ve su taşıyan bir kişi. Hepsi birlikte arabaya koşup tartışarak su içiyorlardı. Ben de koştum, geldim. Kovanın dibinde suyun çamurlu kısmı kalmıştı; çaresiz kumlu, çamurlu suyu içtim. Demek o zaman, ben eseri okurken kendimi Kirisk’in yerine koyduğumdan susamışım. Her zaman hatırlarım.”

      Beni de büyük bir ilgiyle dinliyorlardı, kendim de heyecanlandım. Bu arada masalım bitmese diye diliyordum. Fakat gerçek olmayan birtakım şeyler katarak olayı abartmadım. Nasıl etkilendiysem o şekilde anlattım.

      “Bir damla su insanın ömrüdür. Hayat bir damla sudan başlar. Onu unutarak, suyu boş yere şarıl şarıl akıtıyoruz. Geçenlerde, bayram günleri evimizde gündüzleri soğuk su kesildi. Yakın yerlerde çeşme de yok. Çok zor durumda kaldık. Araştırdığımda, suyun merkezdeki fıskiyeler için gönderildiğini öğrendim. Böyle de olur mu ki? Halk, evinde bir kaynatmalık