yapıldı. Sana baktım göremedim. Gençtir, arkadaşlarıyla gitmiştir diye düşündüm.”
“Şahanov’un evindeydik; Cakiev, Sultanov, Carkınbaev’le birlikte. Dün sizin de uğradığınızı söyledi” dedim.
“Aa, tamam iyi o zaman.”
Biraz hafifledim. Hoca arkadaşlarıyla görüşmeye gitti. Biraz bekledik.
“Biz 19 numaralı odadayız. Bize uğrar mısın?” dedi.
Gittim. Eldar’ı da yanlarında getirmişler. Oynuyor, bisiklet sürüyordu. Yanlarında K. Muhamedcanov, O. Süleymanov vardı. Onlar beni tanıyordu; ama Hoca yine de bizi tanıştırdı. Niye çağırdığını da bilmiyorum. Sabah kahvaltısını birlikte yaptık ve kalktık. Hocalar, o gün tekrar Frunze’ye doğru yola çıktılar. Meşhur yazar S. Berdikulov’u yanında götürdü.
T. Sıdıkbekov, S. Eraliev, N. Baytemirov, K. Artıkov, O. Sulatnov, A. Ömürkanov ve diğerleri ile Cambıl’a doğru yola çıktık. Edebiyat Günlüğünde Kazak topraklarını gezerek, halkın saygısını, hürmetini gördük.
Nerede olursak olalım Hoca’nın ismi tekrar tekrar zikrediliyordu. Hatta ilçelerin ve kolhozların gazetelerinde bile Hoca için yazılan şiirleri, dilekleri okuduk.
Edebiyat Günlüğü’nde Kazakistan’ın çeşitli bölgelerinde O. Sultanov, C. Sadıkov, B. Sarnagoev, S. Cusuev, A. Cakıpbekov, Ö. Danikeev, K. Akmatov gibi belli başlı şair ve yazarlarımız yanımızda bulunuyordu.
Bugünlerde benim makalelerim ‘Sotsiyalistik Kazahstan’, ‘Kazakstanskaya Pravda’, ‘Veçerniy Alma-Ata’, ‘Leninşil Caş’, ‘Kazak Adabiyatı’ gibi diğer gazetelerde yayımlanmıştı.
Almatı’da tekrar görüştük, şiir gecesi düzenlendi. İki halkın şairleri birbiriyle yarışarak şiirlerini okudu. Özellikle Baydılda Sarnogoev ‘Cengiz ve Ben’ adlı mizahi şiirini okuduğunda dinleyiciler eğlenerek şaire alkışlar yağdırdı.
Kazakistan’dan döndükten sonra Edebiyat Günlüğü’nde olan biten her şeyi Hoca’ya anlattım.
12 Kasım sabah saat 8.00’de telefon çaldı. Arayan Hoca’ydı. Akşamleyin tren ile Moskova’ya gideceklerini söyledi. Üç, dört gündür kendi işlerimle meşgul olduğum için görüşemediğimden kendimi rahatsız hissettim. Saat 17.00’de onları uğurlamak için Ş. Usubaliyev ve T. Suvanberdiyev gelmiş. Hava biraz yağmurluydu. Kendi aralarında sohbet ediyorlardı. Altı yedi yaşlarında bir genç, yanında gözü görmeyen bir ihtiyarla Hoca’ya doğru yöneldiler. Biraz sonra Hoca beni çağırıp beyaz kâğıt, kalem sordu ve zarf getirmemi rica etti. Hoca, dünya çapında meşhur olan doktor arkadaşı S. Fedorov’a ihtiyarı kabul etmesi için selam göndermişti.
Tren hareket etmek üzereyken Şirin komportımandan çıkmak istemedi ve ağlayıverdi. Hoca ne yapacağını bilemediği için benim de vagona binmemi istedi ve Bişkek istasyonuna kadar birlikte gittik. Şirin’i nazlandıra nazlandıra biraz oyaladı. İnerken Hoca, elinde kâğıda sarılmış poşette bir şeyi bana uzattı.
“Kuzu etiymiş, kellesi de var. Suvanberdiyev getirmiş. Bozulur, evdekilerle yiyin.”
Ne diyeceğimi şaşırdım. Tren hareket etti. Ellerimizi sallayarak Şirin’le ikimiz kaldık. Çok ilginç yemek bize nasip olmuştu. Büyük bir kırmızı elma da var, tatlılığına bak…
12 Aralık. Önemli bir gündür. İlgiz ağabey, Roza abla, T. Suvanberdiyev ailesi ile geldi. Tercüman, edebiyatçı V. Korkin de geldi. Telefonla arayıp kutlayanlar da çoktu. Rahatça sohbet edip Finlandiya’da bulunduğu döneme ait bir film izledik. Hoca’nın zaman zaman filme çekilmesi iyi olur, diye düşündüm. Nereye gittiği, nerede tatil yaptığı, kimlerle görüştüğü herkesin ilgisini çekiyordur. Bu kayıtlar nesilden nesile kalacak büyük bir tarihtir. Bu olayları kimse anlatamaz, filmini ise istediğin kadar izle, sanki sanatkârane bir film. Bizim hoşumuza gitti.
T. Suvanberdiyev Nobel Ödülü hakkında söze başladı. Oysa, ‘İnostrannıy Jurnal’ (Yabancı Dergi)’da Cengiz Aytmatov Nobel Ödülünü almaya en uygun aday şeklindeki bilgileri yabancı yayın organlarından alarak yayımlamış. Hoca: “Bana ödül lazım değil, sağ olup huzur ve barış içinde bulunmaktan daha iyi bir ödül yoktur.” diye hiç aldırış etmeden cevap verdi. Abla ise dergide yazılan haberin doğru olduğunu işaret etti. Fakat Hoca’nın ‘Paravda’da, İsveç Başbakanı Palma hakkındaki makalesi Batı’da, ABD’de ters anlaşılmış; çünkü orada bu meşhur insanın trajik ölümünde CIA parmağı vardır gibi fikirler ele alınmış diyerek kusur aramışlar. Isık Göl Formu’na katılan, Kırgızların misafiri olan K. Simon da Fransa’ya döndüğünde akla gelmeyecek şeyler yazmış. Isık Göl Formu’nun temsilcilerini karalamaya çalışmış. Böyle bir haber hepimizi şaşırtmıştı. K. Simon’un başkalardan ayrı bir şekilde oturması gözümün önünden gitmiyordu. Oysa O, o anda bile içinde bir kin beslemiş.
Böyle şeyler olmasına rağmen neşeli bir şekilde döndük. Bazı haberler de bütün hevesimizi ters etkilemişti. Fakat ben kendi kendime, insanların niçin zaaflarına yenik düştükleri üzerinde düşünüyordum. Nereye gidersen git her tarafta insan zaafları. İnsanoğlu, insanlık zaaflarından kurtulabilir mi? Bütün olanlar bunlar sebebiyle olmasın!
Fransa’ya gidip UNESCO’nun rehberleri ile görüşen Hoca, Isık Göl Formu’nun işleriyle de ilgilendikten sonra 27 Aralık’ta Frunze’ye döndü. Çocuklar karşılamak için ‘Manas’ havaalanına gittiler. Mariya abla ise: “Hastaneye Dili’yi ziyarete gidelim.” dediği için ikimiz hastaneye gittik.
Hoca saat 20.00’de geldi. Beni gördüğü anda: “Beşik boo bek bolsun!” (Yeni doğmuş çocuklar için kullanılır. Beşik bağı sağlam olsun, yani ömrü uzun olsun anlamında bir söz.) diyerek elini uzattı. Memnun bir şekilde cevap verdim. Eldar ile Şirin çoktan her şeyden onu haberdar etmişlerdi. Bunun yanında ablayla ikimizin hastaneye gittiğimizden de haberi vardı.
Biraz sonra masaya geçtik. Eldar ile Şirin benim yeni doğan çocuğuma isim bulmak için birbiriyle tartışıyorlardı. Hoca da onların tartışmalarına katıldı:
“Baba olmuşsun. Bu da büyük bir görev, mesuliyet, evin bütün işleri senin üzerinde olacak. Ömürlü olsun! Oğlunuzun adını ne koydunuz?”
“Sizin gelmenizi bekliyorduk…”
Oğlumuz 22 Aralık’ta doğdu. Nasıl bir isim versek diye düşünüyordum. Evdekiler de farklı isimler teklif ediyorlardı. Onların içinde ‘Cengiz’ şeklinde Hoca’nın ismi de yok değildi. ‘Cengiz’ ismi Moğolcadaki ‘teñiz, tenis, teñdik (denklik) kelimelerinden gelmekteymiş ve ‘okyanus, ulu, dalgalanan geniş ve sonsuz’ gibi anlamlar ve motiflerle ilişkiliymiş. Bu şekilde isim vermek istiyoruz; ama ulu insanın yanında çocuğumuza onun adıyla nasıl sesleniriz. Rahatsız olacaktır. İsim üzerinde tartışırken sonunda Hoca geldiğinde birlikte çözmek üzere karar almıştık.
“Elturan koyalım. Ben Eldar’a bu ismi verecektim, sonradan aklıma geldi.” dedi.
Benim şaşırdığım için ismin ne anlama geldiğini bilmediğimi belli etmiş oldum galiba. Hoca da büyük bir psikolog değil mi, hemen hissetti ve: “El, bildiğimiz ‘halk’ demektir. ‘Turan’ da bütün Türk halkının yaşadığı bölge, topraktır. Elturan, halkın oğlu, milletin oğlu olsun!” diyerek avuçlarını açıp dua etti. Biz de Hoca’nın yaptıklarını taklit ettik ve teşekkür ettim.
“İnşallah, oğlumuzu görmek için kendi örf ve âdetiyle geliriz. İsmini beğendiysen tamamdır, evdekilere ne anlama geldiğini iyice anlat.” dedi.
“Kimin aklına gelirdi ki kaderimizin her zaman bu şekilde bir yerlerde kesişeceği.