kolay mı sandınız?”
Dışarısı soğumaya başlamıştı, güneş de yuvasına girmek üzereydi.
19 Ocak’ta Hocaları Frunze-Moskova treni ile gönderdik. Vedalaşmaya birçok kişi gelmişti: B. Şamşiev, Ş. Usubaliev, K. Akmatov, T. Suvanberdiev ve diğerleri. Birisinin fotoğraf makinesi varmış, üç dört defa fotoğraf bile çektirdik.
O günden sonra üç kez telefonla görüştük. Moskova’dan, İsveç’ten haberleşiyorduk. 16 Nisan’da Moskova’dan geldiler. Sabah erkenden karşıladık. Hoca’nın geleceğini nereden biliyorlarsa yine epey kalabalık olmuştuk. Tren durdu ve tanıdık yüzler görünmeye başladı. Selamlaştık, mutlu görünüyorlardı.
“Hepiniz ne yapıyorsunuz burada?” dedi
Kimse ses çıkarmadı. Onlar Hoca’ya gördüklerini sormaya başladı. Hoca bütün soruları kısa bir şekilde cevaplandırıyordu. Valizler indirildiğinde hepimiz bir şeyleri tutmaya çalışıyorduk. Hoca’nın elinde büyük bir el çantası vardı. Peronda bekleyen öğrenciler de vardı. Biz yürürken: “Bakın, Aytmatov!”, “Elinde çantayla gidiyor.”, “Bu trenle gelmiş galiba.” gibi sözler işitiliyordu.
Valizleri arabayla göndererek caddede yürümeye başladı. Hava temiz ve açıktı. Halkın yeni uyanmaya başladığı saatlerdi. Bir iki araba geçiyordu. Şehrimiz gözümüze çok sevimli görünüyordu.
“Ne de olsa doğduğun yerin toprağı altın, sözündeki gibi şehrimize alışmışız. Ülkeler gezip dünyayı dolaşsan da başkentimiz farklıdır. Böyle bir yer gerçekten de başka ülkede yok, övünülecek kadar vardır. Fakat, yıllar geçtikçe ağaçlar azalmaya başladı. Zaman geçmeden bunlara da iyi bakmalı ve doğru muamele etmeliyiz. Tabiatın kendi kanunları vardır. Zavallı ağaçlar, bunlar da yaşlanmışlar. Ömür bu şekilde geçip gider.” diye konuşuyordu.
Evde bana bir kitap gösterdi. Kapağı güzelce süslenmişti. Kitabın kapağında ‘İyi Haber’ yazıyordu. Yurt dışında Kırgızca olarak yayınlanmış. Ben şaşırdım, Hoca da benim şaşırdığımı hissetmişti ki:
“İsviçre’de verdiler. Buluşmadan sonra bir adam, hiçbir şey demeden elime uzattı. Biraz inceleyince Kırgızca yazıldığını anladım. O adama bunu ne olduğunu sorana kadar adam gitmişti.”
Ben kitabı sayfalarını çevirmeye başladım. Hıristiyanların kutsal kitabıymış. ‘Matfey İncilinden’ diye yazıyordu. Fakat o sırada Hoca’nın neden bana bu İncil’i verdiğini düşünememişim. Oysa, iş kitabın Kırgızca olarak yayınlanmasında değildi; yazarın, Hıristiyanlığa ilgi duyarak İsa ile Pilat’ın kişiliğini yansıtabilmek için bir arayış içinde olduğu zamandı.
“Kitabı istersen sonra alıp okuyabilirsin.” dedi.
“Tamam.” dedim.
Çantamdan yeni yayınlanan ‘Yenilik Tecrübeden Yaratılır’ adlı kitabımı hediye ettim.
“Kendin de büyük bir kitap hazırlamışsın. İyi olmuş. Yine nasıl haberlerin var?”
“Emgektin Artıkçılığı (Emeğin Karşılığı) adlı ödül ile ödüllendirildim.”
“Çok başarılısın. Ben de senin yaşındayken dediğin ödülle ödüllendirilmiştim. 1956 yılındaydı. Ailemiz için büyük bir bayram olmuştu. Çünkü bize ‘halk düşmanının oğlu’ diye sert biçimde muamele ederlerdi. O zamanların hepsi geride kaldı.”
Hoca yerinden kalktı, odasından bir albüm getirerek şöyle dedi:
“Bu resme bir bakar mısın? Geçmiş yıllarda çizilmiş.”
Ben resme bakıyordum.
“İnkılaptan öncesi galiba.” dedim.
“Evet, Avrupa’dan gelen biri çizmiş. Bu resim şu anda Geotheborg şehrinde büyütülmüş vaziyette asılı duruyor.”
“Yayıncılara haber versem nasıl olur?”
“Tamam olur, sen bilirsin.”
Ben albümü yanıma aldım ve eve doğru yola çıktım.
Sonradan ‘Kırgızstan Madaniyatı’ gazetesinde (8 Mayıs 1986) ‘Devrin Bir Görüntüsü’ adlı bir yazı yayımlandı.
27 Nisan’da Hoca’nın evine gittim. Hoca sofraya yeni oturmuştu. Günlük haberler üzerine kısaca sohbet ettik. Hoca gece boyunca eseri üzerinde çalıştığı için yorulduğunu söyledi.
Çoktandır izliyordum; akşam saat 10.00’da yazmaya başlıyor, sabah saat 02.00’den 05.00’e kadar biraz dinleniyor, 05.00’den 08.00’e kadar tekrar çalışıyordu. Gündüzleri de günlük işleri ile uğraşıyordu. Gazeteleri, dergileri, kitapları okuyor ve iki üç saatliğine uyuyup dinleniyordu. Son zamanlarda bu durum sürekli tekrarlanıyordu. Dünyayı titretecek “Kıyamet” romanının sayfaları yazılıyordu. Her gün iki sayfa kadar yazdığına şahit oluyordum. Karalıyor, çiziyor, düzeltiyor sonra en son halini yazıya geçiriyordu. Hoca’nın el yazısıyla yazdığı bazı sayfaları hâlâ saklıyorum.
Bugün Hindistan’dan gelen büyük bir zarfı gösterdi. İçinde üç dört tane fotoğraf, bir program ve bir de mektup vardı.
“Fuji-Yama’yı Hindistanlılar oynamışlar. Ayrıca yeni yazılmış neyiniz varsa bize gönderin, demişler. Benim elimde ise şu anda önemli hiçbir şey yok. Yeni eserimi bitiremiyorum. ‘Yüz Yüze’nin üzerinde tekrar çalışmak istiyorum; ama zamanım yok. Edigey’in dostu Abutalib’in sonraki hayatı hakkında yazmayı düşünüyordum, onu da bitiremeden başka bir işe başladım.”
Hoca, yeni eseri hakkında konuşmuyordu. Sormaya da cesaret edemezsin ki. Hindistan’dan gelen mektubu okudum.
1 Mayıs’ta eşimle birlikte Hoca’nın evine giderek bayramlarını kutladık. Mutlu görünüyorlardı. İçeri girer girmez Hoca:
“Bayram nasıl geçiyor?” dedi.
“İyi.”
“Sokaklar kalabalık mı?”
“Kalabalık.”
“Ne var ne yok?”
“Sovettik Kırgızstan’a, İzvestiya gazetesine vermiş olduğunuz röportajınız çevrilerek yayımlanmış.”
“Gördüm. Birçok ağız özellikleri bulunuyor. Yeni yazdığım eserin ismi ‘Plaha’ idi. ‘Batalga’ olarak çevirmişler. Çok anlamsız.”
“Batalga’ya baş koyup (odun kesmek için altına konacak büyük ağaç parçası) gibi bir söz var ya…”
“O farklı anlamdadır. Benimki ‘Plaha’. Ruslarda önceleri kafaları kesmek için bir ağaç parçası olurdu, ona ‘plaha’ derlerdi.
Ben de arada kaldım. Eserin içeriğini bilmediğim için yorum da yapamadım.
“En iyisi bunu halka sor. Herkes anlayabiliyor muymuş?”
“Tamam Hocam. Şahmar Akparzade’nin de sizinle olan konuşması ‘Leninçil Caş’ gazetesinin bugünkü sayısında yayımlanmış. İşte burada.”
“Hani, nereden aldın?”
“O göndermiş. Azerbaycan dilini bilen H. Mustafaev ve ben birlikte çevirdik. Onların dilini anlamak zor değilmiş.
“Evet, çok yakın. Ben gittiğimde onlara Kırgızca seslenirim, onlar da bana Azerice.”
Hoca gazeteyi dikkatli bir şekilde incelerken koltuğuna yaslandı.
“Başlığını doğru koymuşsunuz: Azerbaycan Asıl Yerim!.”
Malzeme