yazarlar kutladılar mı?” dedi sözü değiştirerek.
“Henüz değil.”
“Kutlanmamışsa plana almamız lazım.”
Biz yerimizden kalktık…
17 Eylül’de, Hoca’nın iş yerinde olduğunu öğrendikten sonra “Yazılı Edebiyatın Yeni Gelişim Düzeni” adlı kitabı yanıma alarak saat 18:30’da yanına gittim. Bu kitapta Hoca’nın 1980 yılının Ekim ayında (yukarıda geçen) söylediği sözler de vardı. Yardımcısı E. Borbiev’e bakmak için dışarı çıkmıştı. Selamlaştık.
“Bana mı geldin?” dedi Hoca.
“Evet.” dedim.
Borbiev ile konuştuktan sonra bana dönerek beklememi söyledi. İnsanların hepsi gittikten sonra yanına girdim. Hoca ile konferans hakkında konuştuk.
“Şimdilik acele etmeyin. Biz bir aylığına yurt dışına İngiltere ile Güney Almanya’ya gidiyoruz. İnşallah Ekim (7 Ekim) bayramından sonra düzenleriz.”
Ben yanımda getirdiğim kitabı kendisine verdim. Hoca kendi makalesini inceledi.
“Aa, iyi oldu. Bu konferansın olduğunu unutmuştum.”
“Bundan beş sene önceydi.”
“Kitabı daha yeni mi basılmış?”
“Evet.”
“Bana bırakacak mısın?”
“Hocam sizin için getirdim.”
“Şimdi Moskova ile konuşmam gerek. Kalan sözlerimizi gidene kadar yine konuşuruz.”
Ben vedalaşarak çıktım.
22 Eylül. Ben koridordan geçerken, Eldar: “Baba arkadaşın geldi” dedi. Hoca mutfakta buzdolabının yanında Mariya ablaya bir şeyler söylüyordu, dönerek selam verdi.
“Aa, sen misin Melis. Arkadaşın dediği için Tacik sanmıştım. Bir Tacik yazarı geldi. Boyu da seninki kadar. Ne var ne yok?”
“Dün Oş’tan geldim. Akademisyen Yunusaliev, Batmanov ve Yudahin için panel düzenlenmişti.”
“İyi, bunu sürekli devam ettirmeye çalışıyor musunuz?”
“Bu panelin ikincisiydi. İlki üniversitede düzenlenmişti.
“Araştırma yaparken bunlar gibi ulu insanların dile getirdikleri problemler ile bağlantı kurmak lazım. Onları yeni malzemeler ve eklerle tamamlamak lazım.”
Ben başımı eğdim. “O zaman siz dersinize devam edin.” dedi ve Tacik arkadaşı ile buluşacağını söyledi.
1 Aralık. Eldar’ın doğum günü. Bir yandan da biz Şirin’le ders çalışacaktık. Kapı açıktı. Hocalar seyahatten dönmüştü, sesi geliyordu. Hoca, abla, Eldar ve Şirin büyük masada Eldar için İngiltere’den getirdikleri oyuncak gemiyi kurmaya çalışıyorlarmış. Hoca: “Hoş geldin.” diye masadan kalkarak bana doğru yürüdü. Hoca beni kucaklayarak yüzümden öptü, ben de onu öptüm.
“Senin Eldar’ın doğum gününden haberin vardı demek. Biz de aceleyle özellikle Eldar için geldik. Böyle büyük bir oyuncak gemi getirdik.” diye eliyle gemi parçalarını gösterdi.
“Çok güzelmiş.”
“Daha kurup bitiremedik.”
Hep birlikte Eldar’ın gemisini kurmaya başladık. Hoca ile abla sırayla İngiltere’de üretilen çocuk oyuncakları hakkında konuşuyordu. O sırada abla, video kamerayı eline alarak Eldar’ı geminin yanındayken çekmeye başladı.
“Bizi de çek.” dedi Hoca.
Abla kamerayı bize doğru çevirdi.
“Şimdi Melis, sen arşive aldık. Her zaman izleyebiliriz.” dedi Hoca gülümseyerek.
Hoca Güney Almanya ile İngiltere’de gördüklerini anlatıyordu. Bu seferki gezisi onu çok etkilemişti. İyi dinlenmişler. Toplantılarda, oturumlarda Kırgızca da konuşmuş; çünkü oralarda Kırgız, Özbek, Kazaklar da varmış. Dilci Bakinova’nın kitabının da İngiltere kütüphanesinin raflarında bulunduğunu görmüşler. Hoca, bunları büyük bir zevkle anlatıyordu.
“Bekle, gel Maken.” diyerek Hoca, ablayı da alıp yanımızdan ayrıldı. Gemisinin yanından ayrılamayan Eldar’ın yanına gittim. Hoca elinde bir el çantası ile geri geldi. Çantayı masanın üzerine koyup açarken: “Melis, senin saatin var mı?” dedi. Ben ne diyeceğimi şaşırmıştım. Saatim var desem şimdi yanımda değildi, bozuktu ve evdeydi; yok desem de uygun değildi. Ben cevap veremedim, sanki dilimi yutmuştum.
“Haydi, uzat elini.”
“Hocam, zahmet etmeseydiniz.”
“Kuş boon bek bolsun!” (Tuttuğun sağlam olsun!) dedi ve elimi sıkıştırıp bileğime Japon elektronik saatini taktı.
“Zahmet etmeseydiniz.” dedim tekrardan.
“Her zaman kolunda taşı.” diye abla da destekledi.
“Hocam, siz taksaydınız?”
“Bu gençler içindir. İngiltere’de gördüğümüzde sana yakıştırarak özellikle senin için almıştık. Önemli evraklarını bunda taşırsın.”
Ayrılırken Hoca ile ablaya dönerek: “Gelininizin elinden çay içmeye geliniz.” dedim.
“Zamanımız yok, yorulduk.” dediler.
“Sizleri misafir etmeyi düşünüyorduk.”
“Ne zaman?”
“Siz ne zaman isterseniz.”
“Öyle ise yine haberleşiriz.”
11 Aralık. Telefonum çaldı. Arayan Hoca’ydı.
“Yarın, ikiniz saat 19:00’da bize gelin. Diliya bizimkilerle tanışsın.” dedi.
“Tamam Hocam.” diye sevindim.
“Anneni de yanınıza alın. Başka kimse de olmaz.”
“Teşekkür ederim, tamam Hocam.”
Hocanın doğum gününün 12 Aralık olduğunu hatırladım. Doğum gününde insan yakınlarını davet etmez miydi? Bizi de yakınları gibi gördükleri için ailece memnun olduk, gururlandık.
12 Aralık. Hediye meselesinde ailece ortak bir karar veremedik. Nasıl bir hediye daha uygundur? Düşüne düşüne sonunda çiçek, kalpak ve kopuz almaya karar verdik. Aalı ile Tursuniyaz adlı arkadaşlarım ile birlikte “Ayçürök” mağazasından kopuz aldık ve üzerine şunu yazdırdık: “Cengiz Hocam, sizin sanatınız ile kopuz sesi dünya halkları arasında seslendirilsin! 12.12.1985”
Saat 19.00 olduğunda evlerine vardık. Kapıyı Şirin ile El-dar açtı. Hoca bizi karşıladı. Tebrik ettik. Ş. Usubaliev, hanımı Valentina İsabaeva ile birlikte geldi. Her yerden telefonla arayarak Hoca’yı tebrik ediyorlardı. Ünlü yönetmen Bolot Şamşiev: “Tebrik etmek için uğrayabilir miyiz?” demişti. Hoca da: “Gelin, buyrun iyi olur.” dedi.
Söze Cengiz Hoca kendisi başladı:
“Bugün benim doğum günümmüş. Belli, yuvarlak sayı olmadığı için, kendi yakınlarımla birlikte evimde sadece çay içmeye karar vermiştik. Ben toplantıdan geldiğimde, Mariya kendisi sofrayı hazırlamış. Ben tek başıma yiyip içmektense sizler ile sohbet etmek istedim. Bakın, Valentina İsabaeva’yı yatakta ağır hasta olduğu halde yerinden kaldırdım. Bolot ise bu evi görmemişti. 1-2 saat için uğrayalım dediler. Sormadan da gelebilirdiniz. Yakınlarım için kapım her zaman açıktır.