Abdildacan Akmataliev

Cengiz Aytmatov Günlükleri


Скачать книгу

sevinçli hatıralar “nesir gibi tekdüze” hayatı “şiir gibi coşkulu” bir şekle dönüştürerek gönlün teline dokunan bir beste, kokusuyla ruhu saran göz kamaştırıcı türlü çiçekler gibi oluyor. Neticede yaşadığımız hayatı dolduran her şey; bu kıymetli olaylar sayesinde daha güzel, nefis, dağ pınarı gibi temiz, güneş ışınları gibi parlak ve sıcak hissedilir.

      Hayatımın en mutlu ve tatlı zamanları Kırgız edebiyatının başarılı, meşhur şair ve yazarları ile -örneğin Cengiz Aytmatov, Rasul Gamzatov, Mustay Karim, Kamil Yaşen, Zulfiya İsrailova, Olcas Süleymanov, Abdicalil Nurpeisov ve diğerleri ile yüz yüze görüşerek sohbet ettiğim zamanlardı. Bugün hâlâ bu insanların eserlerini büyük bir ilgiyle okumakta, karakterlerini örnek almakta, onlarla gurur duymakta ve onlara saygı göstermekteyiz. Bu kadar kıymetli insanlarla birlikte yaşamış, çalışmış ve hareket etmiş olmak bile başlı başına ne kadar büyük bir mutluluktur…

      Bu önemli şahsiyetlerle birçok kez buluştuk ve sohbet ettik. Bu sohbetler sırasında yaşananları ve anlatılanları zamanında yazmak lazımdı; fakat biz bunun gereğini yapamadık. Yine de o günleri not aldığım günlüklerimin bazı kısımlarını paylaşmak isterim. Bu günlükte genel olarak şahit olduğum olaylar ve duyduğum sözler konusundaki şahsi görüşlerim yer almaktadır. Doğrusu günlük yazma işini fazla önemsemiyoruz. Zaman geçip yıllar ilerledikçe “köprünün altından ne sular aktı?” sözündeki gibi geride kalan ve o zamanlar sıradan görünen yaşanmışlıklar üzerine tekrar konuşma ihtiyacı doğuyor. Günlük yazıların önemi küçük yazılardan başlayıp bütün halkın ilgisini çekmesindendir diye düşünüyorum.

      Büyük insanların eserlerini okuyunca hayran olur, şaşırırız. Fotoğraflarını basında gördüğümüzde heyecanlandığımız da doğrudur. Yeni yayınlanacak eserlerini büyük bir sabırla bekler, ne hakkında yazdıklarını öğrenmek için acele ederiz. O kişinin bizimle birlikte yaşadığını, yanımızda olduğunu düşündüğümüzde gönlümüz heyecandan çırpınmaktadır. Onları bir defa görmek, onlarla kısa bir süre de olsa sohbet etmek isteyen insanlar sayısızdır. Eğer birisi bir şekilde bu arzusuna kavuşur da onlardan birini görür ya da kısa bir süre de olsa sohbet edebilirse yaşadıklarını bir “masal” şeklinde anlatır. Evet, Cengiz Hoca’nın bugünün masalına dönüştüğü bir gerçektir.

      Ben de çoğu gibi Cengiz Hoca’yı ilk kez bir fotoğrafta gördüm. Bu büyük insanın fikir ve sanat hayatını araştırmaya başladığımda onun hayali rüyalarıma da giriyordu. O zamanlar yazarı bir kere olsun görebilme isteğiyle sabırsızlanıyordum.

      Nihayet 1 Ekim 1980 tarihinde Dil ve Edebiyat Enstitüsünün danışmasında Cengiz Hoca’nın heybetli vücudu gözlerime ilişti, heyecanlanmaya başladım. Konferans yerini öğrenmeye gelmişti. Ertesi gün yani 2 Ekim’de Akademinin büyük salonunda, yazısı yeni oluşan halkların edebiyatıyla ilgili (Yeni Edebiyatın Gelişimi ve Sosyalist Realizmin Sorunları) Sovyetler çapında bir konferans düzenlenecekti. Demek, konferansa katılacağı kesinleşti diye düşündüm. Ertesi gün Akademinin büyük salonu dolduğunda saat 10:00’ı gösteriyordu. Benim beklediğim adam yoktu, gecikiyordu. Durmadan etrafıma bakınıyordum. Meşhur edebiyatçı Georgiy İyosifoviç Lomidze edebiyat meselesi üzerinde konuşuyordu. O arada salondakiler sağanak yağmur gibi gür bir sesle alkışlamaya başladılar.

      Baktım ki benim beklediğim insan, Cengiz Törökuloğlu Aytmatov geliyordu. O, elini sallayarak herkesin oturmasını işaret etti. Katılımcı misafirler de onu ilk kez gördükleri için, protokoldeki yerini alana kadar saygıyla alkışlıyorlardı.

      Konferansın ilerleyen kısmında Cengiz Hoca’ya söz verdiler. O, edebiyatın önemli problemleri hakkında kendi fikirlerini söyledi. Özellikle edebî ilişkileri araştırma konusu üzerinde durarak, araştırılacak işlerin neler olduğunu belirtti. Altay halkının genç şairi Borontoy Bedyurov hakkında söylediği şu sözler aklımda kalmıştı:

      “Ben zamanında ana dilinde kendine has özellikleri koruyan, eski Türk dilinde konuşan halkların biri Altay halkının kısa edebiyatını incelemiştim. Onların Borontoy adlı genç bir şairi vardır. Ben onun şiirlerini okudum. Onun şiirleri büyük bir felsefe taşımaktadır. O, Altay edebiyatında, Altay millî düşüncelerinde olan bütün zenginliklerini zamanımızın en yüksek seviyesine getirebilmiştir. Bu da her bir edebiyatın kendinde yükselişin en büyük malzemelerinin olduğundan haber vermektedir”.

      Edebiyat ilişkilerinin araştırılması gerektiği üzerinde durdu. Edebiyatçılar onu dikkatle dinliyorlardı. Onun katılımı konferansı canlandırmıştı, bu bir bayramdı.

      Ara verildi. Misafirler Cengiz Hoca ile selamlaşıyorlardı. Aniden onu, Özbeklerden edebiyatçı bir kız ile sohbet ederken gördüm. Selam verip tokalaştım ve aceleyle: “Sizinle görüşebilir miyim?” dedim. Cengiz Hoca’nın yüzüne baktım. Tokalaştığım elimi sıkmasındaki samimiyetten yazarın beni gönülden kabul ettiğini anladım. Bizi izlemekte olan halk, ikimiz dışarıya doğru yürüdüğümüzde bize yol veriyordu.

      “Cengiz Hoca, ben geçenlerde bir iş için Kazakistan’day-dım. Kaltay Muhamedcanov, Olcas Süleymanov, Zeynulda Kabdolov gibi arkadaşlarınız size selam söylediler. Bunu iletmek istemiştim.” dedim.

      “Teşekkür ederim. Oraya niçin gitmiştin?” diye tekrar sordu.

      “Ben sizin sanat anlayışınız ve eserleriniz üzerinde araştırma yapıyordum. Oraya malzeme toplamak için gitmiştim.” diye cevap verdim.

      “Hımm güzel. Geçende “Sovettik Kırgızstan’da (Sovyet Kırgızistan) yayımlanan Kaltay ile sohbet seninki demek?!” dedi.

      “Evet.” dedim. Sevinçten içim ısındı, terlemeye başladım. “Demek okumuş.” diye düşündüm.

      Vedalaştıktan sonra arabasına binip gitti. O günkü tarif edilemez mutluluk nedeniyle akşama kadar sevinçten uçarcasına dolaştım; sanki mutluluk denizinin dalgalarında yüzüyordum…

      1981 Yılı

      Yaz… Hava çok sıcaktı. Cengiz Hoca’nın Akademinin yanındaki postaneye girdiğini gördüm. Hemen dördüncü kata koştum. Masamın çekmecesinden bir kitabımı alıp aceleyle bir şeyler karalayarak dışarı çıktım. İki üç dakika sonra Cengiz Hoca postaneden çıktı. Selamlaştım, tokalaştık. Elimdeki kitabımı uzattım. O zaman beni gerçekten tanıdı galiba: “Araştırma için gezilere gidiyor musun?” dedi. Ben yakın zamanda Almatı’ya gidebileceğimi söyledim. Çok geçmeden Hoca’nın arabasına ulaşmıştık. Kapısını kendi açtı ve oturarak kitabımın sayfalarını karıştırmaya başladı. Ben ne yapacağımı bilemeden bekliyordum. Sonra Cengiz Hoca: “Tamam.” dedi ve arabanın kapısını eğilerek kapattı.

      O günün üzerinden çok geçmemişti. İş çıkışında bir iş için sinemaya gitmiştim. Sinemada film gösterimi başlamıştı. Karanlık bir odaya girdim. Salonda kimse yoktu. Film devam ediyordu. Cengiz Hoca en sondaki koltuklarda oturmuştu. Ben de o tarafa doğru gidiyordum. Ayağım bir şeye takıldı, az kalsın düşüyordum.

      “Aa Tölömüş, (Okeev sandı beni galiba) gel!” dedi. Ben kısık bir sesle:

      “Ben Tölömüş Hoca değilim.” diyebildim. Yanaklarım ve kulaklarım heyecan ve utançtan yanıyordu. Cengiz Hoca’nın yanındaki bir koltuğu boş bırakarak oturdum. Cengiz Hoca ekrana bakıyordu, ben ise ona… O filmi dikkatle izlerken bazen kendi kendine mırıldanıyordu. Özellikle “Sumkar” işçi takımının öküzden süt sağmaya çalışmasını izlerken güldü. Sonra ekin ekme bölümünü izleyince bana dönerek:

      “Bu güney tarafta çekilmiş bir bölüm galiba. Biz de ise boorsok (kızartılmış hamur) saçarlar.” dedi.

      “Öyledir