Abdildacan Akmataliev

Cengiz Aytmatov Günlükleri


Скачать книгу

* *

      2 Eylül’deki heyecan henüz dinmemişti. 6 Eylül’de evdekiler: “Aytmatov telefon etti, seni sordu.” dedi. Ben hemen Hoca’nın evini aradığımda telefonu kendisi açtı.

      “Nasılsınız Hocam?”

      “İyiyim. Ben de az önce seni aramıştım. Şirin’le derse başlayın 8 Eylül’de saat 12:00’de eve gel.”

      Evimi Hoca’nın bizzat aramasına şaşırmıştım. Bir defa daha ne kadar mütevazi biri olduğunu kanıtlamıştı.

* * *

      8 Eylül’deki görüşme için hazırlık yaptım. Bir çalışma program hazırlayarak daktilo ettim. Biraz masal okudum ve çocuklar için yazılmış şiirlerden ezberledim. O gün sabah erkenden telefon çaldı. Arayan Cengiz Hoca olmasın diyerek telefonu açtım. Düşündüğüm gibi kendisiydi.

      “Nasılsınız, ben Aytmatov.”

      “Hocam, nasılsınız?”

      “İyiyim. Erken gelsen iyi olur.”

      “On bir gibi gelirim.”

      “Tamam. Gelirken ‘Sovetskaya Kirgiziya’yı getirebilir misin?”

      “Tamam.”

      Aceleyle giyinmeye başladım. Çağırdığım taksi de geldi. Köşkün yanına geldiğimde gazeteyi de aldım. “Aylampa” adlı yeni romanının bir bölümü “Karışkırdın Ümütü (Kurdun Ümidi)” adıyla yayımlanmaktaydı. Sonra çiçeklerin en güzel kokanlarını seçtim. Heyecanlıydım. Zile bastım, içeriden Hoca’nın sesi geliyordu:

      “Şirin, hocan geldi galiba; gel karşıla.”

      Çok geçmeden kapı açıldı ve Hoca’nın yüzü göründü. Mutlu görünüyordu. Tokalaşarak selamlaştık.

      “Şirin bak, öğretmenin. Derslerin iyi olsun diye çiçek de getirmiş.”

      Eldar ile Şirin koşarak geldiler. Şirin’e çiçekleri uzatarak yüzünden öptüm. Çok geçmeden Mariya abla da geldi.

      “Makin biz ayıp ettik, öğretmenini çiçekle karşılayabilirdik, kendisi çiçekle gelmiş.”

      Abla gülümsedi.

      “Buyur, yukarı geç. Gazeteyi de getirdin mi?” dedi Hoca.

      “Evet.”

      Ben gazeteleri uzattım.

      “Bununla birlikte bölümler yayımlanıp bitti.”

      “Yayıncı tarafından kısaltıldı mı?”

      “Niye kısaltsınlar ki, hepsi olduğu gibi yayımlandı.”

      O sırada Eldar gelip Hoca’nın boynuna sarılarak gazetedeki kurt resmine bakakaldı.

      “Baba, kurt resmini kim çizdi?”

      “Bu benim kurdum. Ben çizdim.”

      “Nasıl çizdin, bana da çizebilir misin?” diye Hoca’yı rahat bırakmıyordu.

      “Sonra çizerim. Haydi, salona geçelim.”

      Salon çok büyüktü. Çeşitli mobilyalar ve japon televizyonunun yanı sıra S. Çokmorov’un çizdiği dağlar, S. Karalaev’in de küçük bir portresi gibi görkemli resimler asılıydı. Ben salondaki her şeyi göz ucuyla inceledim. Azerbaycan halkının, yazarın 50. yıl dönümü için hediye ettikleri kilim de vardı. Kilime Cengiz Hoca’nın portresi işlenmişti ve çok güzel süslenmişti.

      “Hani, göster bakalım programını.” Daktiloda yazılmış kâğıdı çıkardım. Kâğıdı eline alarak okudu.

      “Buraya kompozisyonu da eklemek gerek.” dedi ve ablaya seslendi:

      “Haydi, ablana programını göster. Güzel program hazırlamış, dinle Makin.”

      Ben programı okudum: masal anlatma, okunan masalın içeriğini anlattırma, şiirler ezberletme, güzel okutma, yazı, resim ve kompozisyon gibi çalışmaların dışında başka şeyler de vardı.

      “İyiymiş. Kızımız bunları yerine getirse tamamdır.” dedi abla. “Öğretmenine kızımızın karnesini ve referans mektuplarını gösterelim.” diye çantasını getirdi.

      5 numaralı okulda okuyan Şirin’in ders notlarıydı. Hepsi ‘5’ti. Referans mektubunu okudum; açık sözlü, neşeli, yerinde duramayan, kendi dediklerinden vazgeçmeyen. Okuduktan sonra kağıtları geri verdim.

      “O zaman siz işe başlayın. Kitap getirdin mi?” 1. ve 2. sınıf kitaplarını gösterdim:20.s.

      “Ene Til, Celekçe, Alippe.”

      “Güzel.”

      Biz salondan ayrılarak Şirin’in odasına geçtik. Derse başladık. Okuduk ve yazdık. Hoca dışarı çıktı. Şirin acelesi etmese güzel okuyordu. Dersi bitirdikten sonra hemen gidecektim. Hoca: “Acele etme, çay içelim.” dedi ve mutfağa geçtik.

      “Ders nasıl geçti?”

      “İyiydi. Takılmadan okuyor. Biraz da aceleci. Yazı da yazdık, iki üç tane yanlışı var. Fakat, kitabı verdiğimde kendi yanlışlarını kendi buldu.”

      “İyi. Derslere dikkat edilmesi lazım. Eğer Şirin seni dinlemez ise söyle. Ben kendim görüşürüm onunla, senin yumuşak davranman olmaz.”

      “Tamam.”

      O sırada Mariya abla çay getirdi. Hocam: “Edebiyat alanında nasıl yenilikler var?” dedi. Ben de ‘Manas Destanı’nı K. Cusupov ile A. Cakıpbekov’un nesir olarak yazıp bitirdiklerini söyledim. Onlarla birlikte araştırmacı S. Musaev’in yine nesir şeklinde ‘Manas’ın bir varyantını yayınlayacağını bildirdim. K. Cusupov ile A. Cakıpbekov’un yazdıklarını ayrı bir edebi eser olarak sayabileceğimizi söyledim.

      “Öyle yapılabilir. Aşım’lar eserde akıcı bir dil kullanmışlardır. Aşım’ın bir eseri olacaktı. Kitap olarak yayınlandı. Adı neydi?”

      “Kırgız Halkının Masalları mıydı?”

      “Hayır, bekle. Tamam ‘Aydagı Cez Kempir’ (Aydaki Cadı). Okumuş muydun?”

      “Evet.”

      “Zevkli midir?” diye Mariya abla da söze karıştı.

      “Evet.”

      “Çocukluğumuzda bizi yaşlılar ayda cadı var diye korkuturlardı. Biz de inanırdık.”

      “Aşım Hoca sizden 5-6 yaş küçüktür. Bir defasında sizinle oynayıp büyüdüğünü anlatmıştı.”

      “O bizden daha gençti. Küçücük bir torbası olurdu. Ne zaman görsek elinde torbası, kurumuş ekmek yer olurdu. Şimdi bile aklımda. Fakat ben çocuklarla fazla oynayamadım. Bir gün aşık oynarken yanımıza bir adam gelerek: ‘Seni yönetimden istiyorlar.’ dedi. Gittiğimde yönetici yerindeydi. ‘Bugünden itibaren sekreter olacaksın.’ dedi. O zamanlar ata binmekte nasıl zorlandığımı sorma. Yüksek bir tepeye götürerek öyle binerdim.”

      Mariya ablayla ikimiz güldük.

      “Sonradan alıştım. Ulak oynadığımız günler de oldu. Şirin’e şiirlerden, pionerlerin haberlerinden de oku. Özellikle ‘Bayçeçekey’, ‘Kırgızstan Pioneri’ gazete dergilerine abone olmuştuk.”

      “Tamam.”

      “Ben gazeteleri vereyim, gel.”

      Odasına götürdü. Masanın üzerindeki ‘Kırgızstan Pioneri’ gazetesini bana uzatarak:

      “Bu şiirlere bakabilir misin?” dedi.

      Biraz okudum. Şiirlerin yazısı ile içerikleri hoşuma gitti. Eserin yazarı