Abdildacan Akmataliev

Cengiz Aytmatov Günlükleri


Скачать книгу

gelen misafir ile sinemaya giderek ‘Beyaz Gemi’ filmini izledik. Ben ona bazı bölümler hakkında açıklama yapmaya çalıyordum.

      Profesör olarak çalışan 47 yaşında bir Türk’müş. Cengiz Hoca ile sohbet etmek, onun sanat anlayışı ve eserleri hakkında sorular sormak için gelmiş. Film bitmeden, Cengiz Hoca’nın kendisini beklemekte olduğunu söyleyerek onu götürdüler. Çok geçmeden Cengiz Hoca, S. Çokmorov ve başkaları bir araya gelerek fotoğraf çektirmeye başladı. Deminki misafirin fotoğraf makinesi varmış. Bir iki kişinin ricası ile biz de fotoğraf çektirmek için sıraya geçtik. Bu yaptığımız birilerinin hoşuna gitmedi galiba: “Siz ne yapıyorsunuz, uzak durun!” dedi. Biz ise sıradan ayrıldık. O anki gücenikliğimi sormayın. İçimden: “Hiç değilse kibar bir şekilde söyleselerdi.” diyordum. Biz de fotoğraf çektirsek fena mı olurdu?

* * *

      27 Ekim 1981. Cengiz Hoca’ya bazı konularda fikirlerini sormak için yanına gittim. Gidişimin asıl sebebi, 2 Ekim 1980 tarihinde görüştüğümüzde Kırgız-Kazak edebi ilişkilerine bağlı olarak sorduğum birçok sorunun cevabını almaktı. Sekreter: “Girin!” dediğinde bütün vücudum heyecandan ateş gibi olmuştu. Kendimi toparlayarak içeri girdim. Odası genişti ve masasının üzerinde kâğıtlar vardı. Cengiz Hoca gözlük takmıştı. Yaklaş, gibisinden bir el işareti yaptı. Niçin geldiğimi sordu. Mümkünse sorularımın cevaplarını almaya geldiğimi söyledim:

      “Çok mu acil?!”

      “Doktora tezim için kullanmak istiyordum.”

      “Ne zaman savunacaksın?”

      “Yeni yılın ilk aylarında.”

      “Bu sorular dışındaki malzemelerin yeterli mi?”

      “Evet.”

      “O zaman, sana başarılar. Zaman olursa sorularını sonra yanıtlayayım.”

      “Tamam. Teşekkür ederim Hocam. Kendinize iyi bakın. Zamanınızı aldığım için özür dilerim.”

      Masasının üzerinde duran “Gün Olur Asra Bedel” romanını bana hediye etti. Kitapta şöyle bir not var: “Kırgız edebi biliminin çalışkan yiğitlerinden biri olan kardeşim Akmataliev Abdılda’ya, Ben teşekkür ettikten sonra okuyucuların beğenilerini kazanacak, iyi eserler yazmaya devam etmesini dileyerek ayrıldım. Bu benim için büyük bir mutluluktu…

27 Ekim 1981”

      1983 Yılı

      Halk arasında “Tuz kısmet etsin!” şeklinde güzel bir söz var. Eğer biri: “Aytmatov senin evine misafir olsa, ne yapardın?” diye sorsa: “Rüyamda bile olmayacak şeyleri söyleyip başımı ağrıtma!” derdim. Fakat, halkımızın bu altın sözünde hiç şüphe yokmuş. Tuz kısmet ederse… Böylece Cengiz Hoca’ya bizim evden tuz kısmet eden 25 Kasım 1983 tarihi ailemiz için çok önemli bir gün oldu. 24 Kasım’da sinemanın yanından geçerken Hoca’nın odasının ışıkları yanıyordu. “Acaba görüşsem mi ki?” diye düşünürken bu düşüncenin beni odasının girişine kadar nasıl sürüklediğinin farkına varamadım. Sekreterine Hoca ile görüşmek istediğimi söyledim. Hoca da kabul etti. Güzel sohbet ettik. ‘Gün Olur Asra Bedel’ romanının SSCB Devlet Ödülüne layık görülmesi vesilesiyle kendisini kutladım. Komsomol (Komünist Gençlik Birliği) Ödülü’nün bana verildiğini söyledim. İşimde başarılar diledi.

      “Cengiz Hocam, eğer zamanınız varsa yarın evimize gelip misafirimiz olsanız.” dedim. O da evimin şartlarını, kimlerle kaldığımı ve misafirlikte kimlerin olacağını sordu.

      “Zamanım var mı bir bakayım. Adresini ve telefonunu bırak.” dedi. Eve gelip söylediğimde bana kimse inanmadı. Öyle büyük bir insanı karşılamak için en az beş altı gün hazırlık yapılması gerektiğini ve hiç olmazsa evdekilere bir danışmam gerektiğini söylediler.

      Ertesi gün saat on birde telefon çaldı. Ben açtım:

      “Abdılda’nın evi midir?”

      “Evet, benim.”

      “Ben, Aytmatov’um!”

      Ben ne diyeceğimi şaşırdım. Kalbim bir an için durmuş gibi oldu. Hoca:

      “Biz akşam gelemeyeceğiz galiba. Kızımız Şirin üşütmüş, ateşi yüksek.” dedi.

      “Akşama kadar iyileşecektir Hoca’m.” dedim. O anda nasıl oldu da ağzımdan kaçırdım:

      “Hocam, sizin için koyun kesilmişti.” deyiverdim.

      “Öyle mi? Eğer gelirsek de fazla oturmayalım, iki üç saat yeterli olacaktır. Sofrada sohbet kuralım. Rektör C. Akimaliev ile yazar K. Akmatov’u da katsak fazla olur mu ki!”

      “Fazla olmaz Hoca’m, daha iyi olur.”

      “O zaman tamam.”

      Gerçekten çok sevinmiştim. Bir ihtiyaçtan, sıkıntıdan kurtulmuş gibi hafiflemiştim. Hoca ile kim sohbet edebilecekti ki? Yemekle sohbeti birleştirmek aslında güzel bir fırsat değil miydi?

      Saat 18.00. Dışarısı fırtınalı. Misafirlere bakmak için kapıya çıktım. Zaman ilerlerken ilk gelen Kazat Hoca oldu. İlk defa görüştüğümüz için kendisiyle tanıştık, sohbet ettik. Ben: “Gelemeyecekler mi, yoksa kayboldular mı?” diye endişeleniyordum: Saat 19:00’u geçtiğinde ‘Volga’ geldi durdu. Onların geldiğini hemen anladım. Misafirler eve girip yerlerine oturduktan sonra hâl hatır sordular. Soruları annem cevaplıyordu. İlk sözü benim almamı istediler. Bunu beklemiyordum. Cengiz Hoca’yı, ‘Gün Olur Asra Bedel’ romanının SSCB Devlet Ödülü’ne layık görülmesi sebebiyle tebrik ettim. Cengiz Hoca’nın sanat anlayışını ve eserlerini araştırmada, Kırgız edebiyatçıların çok eksik kaldıklarını, gelecek genç nesillerin bu eksiklikleri tamamlayacaklarını umduğumu ve özellikle Cengiz Hoca’nın sanatı ile ilgili bilimsel konferansların düzenlenmesi gerektiğini söyledim.

      Her türlü konu üzerinde durduk; edebiyat, siyaset, tarih vb. Cengiz Hoca’nın söylediğine göre ‘Gün Olur Asra Bedel” romanının ödüle layık görülmesine kendisi de çok memnun olmuş.

      Söz Cengiz Hoca’ya verildi. O, esasında şunları dedi: “Sen çok gençken değerlere, ödüllere ulaşmışsın, doktor olmuşsun, şimdi de adaylık nişanını takmaktasın. Senin yaşındaki birçok genç hâlâ hayattaki yerlerini bulamıyorlar. Sen bu bahtını korumaya çalış. Senin için şu anda sadece bir şey eksikmiş, o da eş. Kendine layık bir kızla evlenirsen sana yeter!”.

      Ondan sonra on, on beş dakikalık bir ara verildi. Misafirler benim odaya geçerek fotoğraflara, kitaplara bakıyorlardı. Cengiz Hoca bayanı (bir müzik aleti) görüp, “Bunu kim çalıyor?” dedi.

      “Kardeşim.”

      “Çalsın bakalım.”

      Bolot, iki üç şarkı söyledi; misafirler de dikkatle dinlediler. Cengiz Hoca arada telefonla Şirin’in durumunu sordu. Zar zor yürüyen iki yaşındaki Akılbek (kardeşimin oğlu), Cengiz Hoca’nın yanına yaklaşıp elini ona uzattı. Cengiz Hoca da: “Oo, ne güzel çocukmuşsun sen!” diyerek onun başını okşadı.

      Söz Mariya balaya verildi: “Bu zamana kadar evlenmemen iyi olmuş.” dediğinde yanında oturanlar: “Niçin?” dercesine dikkat kesildiler. “Çünkü.” diye sözüne devam etti. “Eğer bu zamana kadar evlenmiş olsaydın eşin, ben seni doktor ve aday yaptım diye başının etini yerdi”. Herkes gülüştü. Ben de: “Evlenecek olursam sizleri de davet ederim.” dedim. Saat 22.30’da dışarı çıktık. Araba bekliyordu.

      O gece uyuyamadım, her şeyi bir film izliyormuşçasına tekrar tekrar başa sarıyordum.

      1985 Yılı

      Günler,