Benim aklım Garcia Marquez’te idi. Listede vardı; ama işaretlenmemişti.
“Hocam, Marquez gelecek mi?”
“Bilmiyorum. Nerede olduğu belli değil, haberleşemiyoruz…”
“20 Haziran’da ailesiyle birlikte Riga’ya gitti… Yurmala’da tatil yapacaklarmış. Ondan sonra yurt dışına Finlandiya’ya gideceklerdi. Ben ve meşhur sanatçı A. Zolotov birlikte onu tren garına götürdük…”
29 Ağustos’ta yurt dışından geldiler. K. Akmatov, Ş. Usubaliev ile onu havaaalanında karşılamaya gittik. Finlandiya’da ‘Kıyamet’ romanının filminin çekilmekte olduğunu söyledi. ‘Literaturnaya’ gazetesinde yayımlanan ‘Ötölgölüü Ömür’ (İ. Rişina ile olan sohbeti) adlı makalesi üzerine konuştuk. Ana dil meselesi ülkemizde ilk kez ele alınıyordu. Bu konu hakkındaki fikrini çekinmeden belirtmişti. ‘Kıyamet’in yazılışı ve Bulgakov’un ‘Master ile Margarita’ adlı romanı hakkındaki fikirleri de vardı. Kırgız gazeteleri de bunları yayımlamıştı. Biriktirdiğim malzemeleri teslim ettim.
Gürcistan’daki film yapım ekibinden bir heyet gelerek ‘Kıyamet’ romanındaki ‘Cetinin Biri’ (Yedinin Biri) bölümünün filmini çekme konusundaki fikirlerini ilettiler. Hoca onların fikirlerini kabul etti ve kendi tavsiyelerini de onlara iletti. Gürcü şair Nanoşvili hakkındaki fikirlerini de söyledi. ‘Cemile’ adlı uzun hikâyesi üzerine makale yazdığını bildirdi.
‘Delbirim’ adıyla basılan ‘Al Yazmalım’ adlı uzun hikâyesi üzerinde durdu. Yazar eserin yeni isminden hoşlanmadı. Belki de ‘Al Yazmalım’ denmesine alışmıştı. Bununla birlikte bir başka eserinin isminin ‘Gülsarat’ şeklinde birleşik yazılması da hoşuna gitmemişti. ‘Gözden Geçen Kıyılar’ adlı kitabın isminin de ‘Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek’ olarak kalmasından yanaydı. ‘Gün Olur Asra Bedel’ yerine de ‘Yüzyıldan Uzun Bir Gün” adının kullanılmasının daha doğru olacağını söylüyordu. Fakat, bunların hepsi yazarın istediği gibi kullanılmıyordu. Hoca kendi görüşlerinden dönmeyeceğini bildirdi…
17 Eylül. Lenin Kütüphanesine yürüyerek gittik. C. Mamıtov, K. Moldobaev ve R. Otunbaeva da oradaydı. Yurt dışından gelecek olan misafirlerin fidan dikme merasiminin nerede olacağı belirlenmişti. Hoca, programı en küçük detaylarına kadar anlatmaya çalışıyordu. Düşündükleri gerçekleşmiş gibi herkesle sakin bir şekilde sohbet etmeye başladı ve benimle C. Mamıtov’u Yazarlar Birliğine gönderdi.
O sıralarda C. Mamıtov Çin’deki Kırgızları ziyaret edip gelmişti. Onlar, C. Mamıtov’la Hoca için kitaplar göndermişlerdi. Kitaplar Arap alfabesiyle yazılmıştı. “Sen bunları Cengiz Hoca’ya vermeden önce fotoğrafını çekerek ‘Kırgızstan Madaniyatı’ ya da ‘Sovettik Kırgızstan’ gazetesine haber olarak ver.” dedi şair. ‘Sovettik Kırgızstan’ gazetesinde kitapların resimleri yayımlandı (28 Eylül, 1986).
‘Kıyamet’ romanını okuduktan sonra sabrımın tükendiği ve heyecandan yerimde duramadığım iki üç gün geçirdim. Romanın final bölümü beni çok etkilemişti. Akbara’nın, Kenceş’in ve Boston’un hayalleri aklımdan silinmiyordu. Çıkışı olmayan bir karanlığa saplanmış gibiydim. Yeryüzündeki her şey tamamen yok olmuş, yaşam durmuş gibiydi. Yaşadığımı hissetmiyor gibiydim. Makale yazmaya başladım. Bütün içimdekiler kâğıda dökülüyordu…
Ertesi gün Isık Göl Formuna gelecek olan misafirleri karşılamamız gerektiği söylendi. Gece boyunca gelen misafirleri yerleştirmiştim. Akşam saat 19.00’da Hoca’nın bahçesinde misafirleri karşılama ve eve getirme görevi de bana verilmişti. Hoca da onları beşinci katta karşılayacaktı. Aslında güneşin erken batmasını istiyordum; fakat bu durumda zaman geçmek bilmiyordu.
Yepyeni arabalar birbirini takip ederek durdu ve her birinden ikişer insan iniyordu. Sonradan anladım ki misafirlerin yanındakiler tercümanlarıymış. Kime ne diyeceğini şaşırıyorsun. Yol gösterdim. Kadınlar asansörle, erkekler de merdivenle çıktı. Hoca’nın neşeli ve gür sesinden misafirlere karşı samimi davrandığını hissediyordum.
Masa uzun bir şekilde hazırlanmıştı. Masanın üzerindeki çeşitli yemeklerden, isteyenler istediklerini tabaklarına koyduktan sonra ayakta durmak isteyenler ayakta, oturmak isteyenler de oturarak sohbet ediyordu. Eğer biri herkesi ilgilendiren bir konuda bir şey söyleyecekse onların dikkatini çekerek kısa konuşmalar yapıyordu.
Misafirlerin neşesi yerindeydi. Hoca, her birinin yanına giderek onlarla sohbet ediyordu. Fotoğrafçılar da o anı yakalamaya çalışıyordu. Hoca, kendi halindeyken Kırgızca şarkılar mırıldanıyordu: “Manas, Manas olduğu…”
Federiko Major aniden bu şiiri yazıvermişti:
“Ak kar kaplanan tepeler
Güneş nuruyla parlayıp
Durduğu anda dibi olmayan
Isık Göl’e yansıyarak
Kıyıdaki yapraklar ile çiçeklere sonbahar çeşitli renkler ve sayısızca göz kamaştıran güzelliği getirdi.
Ve o güzellikten nazik ilkbaharın genç fidanı gibi faydalı oldu aniden parlayan bir ümit.
Korkmayan, çekinmeyen gençliğin gücü ile kaynaşarak, alay dolu şüphelerden yorulan yüzümüz onun parlayan nurlarına büründü.
Muhteşem güzellikteki Isık Göl’ün kıyısında hepimiz, güzelliğe sunuyorduk ellerimizi…
Şiir, herkes tarafından beğenildi. Türkiyeli besteci Livaneli de gitarıyla güzel bir parça seslendirdi. Etrafında Kemal, Ottero, Müller, King, Major, Tofller, Forti, Tekle ve kardeş Bolduinler oturuyordu. Sadece Nobel Ödülünün adayı K. Simon sessiz ve düşünceli bir şekilde oturuyordu. Sadece tercümanı ile sohbet ediyor gibiydi. Kalabalığı ve gürültüyü sevmediğini her haliyle belli ediyordu. Bu hareketi benim hoşuma gitmedi, başkaları da öyle düşünüyordur.
İçimden: “Seni kulaksız… O kadar uzun yoldan gelip de sessizce oturmak da nedir?” diye düşündüm.
Kırgızistan’da bulunan misafirlerimiz ülkelerine döndüklerinde SSCB’deki değişiklikleri, Kırgız halkının başarılarını, misafirperverliğini, göl kıyısında geçen konuşmaların amaçlarını geniş bir şekilde ülkelerinde paylaştıkları, propaganda şeklinde makaleler de yazmışlardı. Cengiz Aytmatov ise bu konuda birçok merkezi ve devlet basınında, televizyonlarda, radyolarda kendi fikirlerini açıklıyordu.
26 Ekim’de birçok Kırgız yazarıyla birlikte Kazakistan’daki Kırgız Edebiyatı Günlüğüne katılmak için yola çıktık.
Hoca akşama doğru gelmişti. Yolda arabanın yakıtı bittiğinden geç kalmışlar. Yakıtın da sıkıntılı olduğu dönemdi. Şoförü Ormon’un anlattığına göre kimse durmamış, 2-3 saat yolda beklemişler. O zaman Hoca kendisi arabalara el kaldırarak yakıt getirtmişti. Hoca’yı hemen Kazak kardeşlerimiz karşılayarak meşhur şairlerden biri olan M. Şahanov’un evine yemeğe götürmüşler.
27 Ekim’de Lenin, Auezov ve Abay’ın heykeline çiçek koyma merasimi oldu. Herkes Hoca’nın etrafında toplanarak fotoğraf çektirmeye çalışıyordu. Kırgızistan’dan gelenler N. Nazarbayev’in misafiri olduk. İki halkın arasındaki tarihî ve kültürel bağlar konusunda Hoca, T. Sıdıkbekov, T. Kasımbekov, S. Eraliev, N. Baytemirov ve O. Süleymanov konuşma yaptı. Akşam da Abay Devlet Opera ve Bale Tiyatrosunda açılış yapıldı. Halk kalabalıktı, açılışı Olcas yaptı. Hoca’nın konuşmasını herkes dikkatle dinledi. Konuşma kuvvetli bir şekilde alkışlandı. S. Eraliev ile M. Şahanov’un şiirleri güzeldi. Ben hemen Kazak şairden el yazısını istedim ve ‘Izaat’