Оноре де Бальзак

Vadideki Zambak


Скачать книгу

anlam yüklemeye çalışıyordu çünkü ruh hastaları hevesleri, içgüdüleri olan ve topraklarını genişletmeyi hedefleyen bir mülk sahibi gibi egemen olduğu alanları büyütmek isteyen yaratıklara benzerdir. Kontes aşağı indi, gergefinin daha iyi ışık alması için tavla masasına yakın bir yere ilişti fakat pek de gizleyemediği bir kaygı içinde başladı işini yapmaya. Mecburen yaptığım bir hamle, Kont’un yüzünün sararmasına, tüm neşesini yitirmesine ve gözlerinin dönmesine neden oldu. Ardından, tahmin edemeyeceğim ve önüne geçemeyeceğim bir aksilik daha yaşandı ve Mösyö de Mortsauf oyunu kazanamamasına neden olan o berbat zarı attı. Birden ayağa kalktı, masayı üstüme, lambayı ise yere fırlattı; konsola bir yumruk indirdi, yürümekle zerre kadar ilgisi olmayan bir hâlde salonda tepinmeye başladı. Gümbür gümbür akan bir şelaleyi anımsatan ağzından hakaretler, lanetler, küfürler, tutarsız sözcükler çıkıyordu. Sanki Orta Çağ zamanına ait bir büyüyle kendinden geçiyordu. O an ne hâlde olduğumu düşünün!

      “Bahçeye gidin.” dedi Kontes elimi sıkarak.

      Kont yokluğumu fark etmeden yanından ayrılmıştım. Ağır adımlarla ulaştığım taraçadan, yemek odasının yanındaki odadan Kont’un bağırmalarını ve inlemelerini işittim. Tüm bu fırtınanın ortasında, yağmurun dineceği anda bülbülün ötüşü gibi yükselen o meleğin sesini de duyuyordum. Sona yaklaşan ağustosun, bu en güzel gecesinde, akasyaların altında geziniyor, Kontes’in yanıma gelmesini bekliyordum. Elimi sıkarak yanıma geleceğinin sözünü vermişti. Birkaç günden beri, tıka basa dolu ruhlarımızdaki kaynağı tek bir kelimeyle taşıracak bir konuşma isteği beliriyordu ikimizin arasında. Bu mükemmel uyumu hangi utanç geciktiriyordu? Belki o da benim gibi, âşığına görünmeden önce genç kızları sarsan o utangaçlığa boyun eğerek, içini dökmekte tereddüt ettiği, taşmaya hazır yaşamını zapt ettiği o anlarda kendini gösteren; korkunun hissettirdiklerine benzeyen, duyarlılığı etkisiz hâle getiren o çırpıntıları seviyordu. İçimizde biriken düşünceler yüzünden zorunlu hâle gelen bu ilk açılmayı gözümüzde çok büyütmüştük. Bir saat geçti. Adımların yankılanması, gecenin dingin havasını canlandıran uçuşan elbisesinin hışırtısına karıştığında tuğladan bir korkuluğun üzerinde oturmuş, bekliyordum. Yüreğe sığmayacak duygulardır bunlar.

      “Mösyö de Mortsauf şimdi uyudu. Ne zaman böyle olsa birkaç baş haşhaş kaynatıp bir fincan su içiririm, nadiren kriz geçirdiğinden bu ilacın etkisi her zaman çok güçlü oluyor. Mösyö.” dedi bana en ikna edici tonda sesini değiştirerek. “Talihsiz bir rastlantı şimdiye dek özenle sakladığımız sırrımızı gözler önüne serdi, bu akşam yaşananların hatırasını kalbinize gömeceğinize söz verin. Size yalvarıyorum, benim için yapın bunu. Yemin etmenizi beklemiyorum, şerefli bir insanın söyleyeceği tek bir ‘evet’, benim için yeterli olacaktır.”

      “Bu ‘evet’i dile getirmem gerekiyor öyle mi? Demek ki hiç tanımamışız birbirimizi!” diye yanıtladım.

      “Göç yıllarında çektiği büyük acıların üstünde bıraktığı izlere bakıp Mösyö de Mortsauf hakkında yanlış bir fikre kapılmayın. Yarın, tüm söylediklerini unutmuş olacaktır, mükemmel ve sevgi dolu hâliyle göreceksiniz onu.”

      “Kont’u aklamaya çalışmayın Madam.” diye cevap verdim. “Ne dilerseniz yapacağım. Mösyö de Mortsauf’u bu illetten kurtarabilsem ve sizi mutlu bir hayata kavuşturabilsem kendimi hemen Indre Nehri’nin sularına bırakırdım. Değiştiremeyeceğim tek şey varsa o da düşüncelerimdir çünkü hiçbir şey aklımda onlar kadar etkili bir şekilde yer etmedi. Size hayatımı verebilirim fakat aklım için aynı şey geçerli değil. Onu dinlemeyebilirim fakat konuşmasının önüne geçebilir miyim? Kanımca Mösyö de Mortsauf…”

      “Sizi anlıyorum.” dedi beklenmedik sert bir tavırla. “Haklısınız. Kont genç bir sevgili gibi fevridir.” Özellikle bu kelimeyi seçmişti ki akla gelebilecek delilik imasını da yumuşatsın. “Ama bu krizler çok seyrek yaşanır, yılda en fazla bir kere, aşırı sıcaklar yaklaştığında. Ne büyük acılara gebe kaldı şu göç seneleri! Ne güzel hayatları mahvetti! Yoksa yüce bir asker, ülkesinin onuru olacaktı o, inanıyorum.”

      “Biliyorum bunu.” dedim ben de onun sözünü bölerek ve bana karşı onu aklama çabalarının nafile olduğunu belli ederek.

      Durdu, elini alnına koydu, “Kim sizi bu şekilde evimizin içine dâhil etti?” dedi kendi kendine. “Tanrı bana destek olacak bir yardım eli, bir dostluk mu göndermek istiyor?” diye de ekledi elini elimin üstüne kuvvetle bastırarak. “Çünkü siz, iyi kalpli yüce bir insansınız.” Gizli umutlarını doğrulayan kesin bir tanıklığa başvururcasına gökyüzüne kaldırdığı gözlerini bana çevirdi sonra. Bir ruhu benim ruhuma aktaran bu bakışın etkisinde elektrik çarpmışa döndüğümde, sosyete yaşamının kibarlık hukukuna göre pek de zarif sayılmayan bir hareketle incelikte kusur ettim. Ama bazı ruhlar bir tehlike karşısında, şoku önlemek için, doğacak bir felaketi önleme arzusuyla, aceleyle yapılan böyle cesur bir hamleye ve dahası kalbi birden sorguya çekmek, ahenk içinde titreştiğini anlamak için indirilen bir darbeye gerek duyulmaz mıydı? İçimde parlamaya başlayan birçok düşünce, kendimi tümüyle bir açık sözlülüğe bırakacağımı sezinlediğim anda saflığımı kirleten lekeyi yıkamamı öğütledi.

      “Daha ileri gitmeden…” dedim bizi saran derin sessizlikte kolayca duyulabilen yürek çarpıntılarımla boğuşan bir sesle. “Geçmişteki bir hatıranın izlerini silmeme izin verir misiniz?”

      “Susun!” dedi dudaklarıma götürdüğü parmağını birden geri çekerek. Hakaretin ona erişemeyeceği kadar yükseklerde olan bir kadın olarak kibirle bana bakarken altüst olmuş bir ses tonuyla, “Ne hakkında konuşacağınızı biliyorum. Hayatım boyunca karşılaştığım ilk, son ve tek hakaret hakkında konuşmak istiyorsunuz! O balonun bahsi geçmeyecek. Hristiyanlığım sizi bağışlasa da kadın olarak hâlâ o anın acısını çekiyorum.”

      “ Bu derece acımasız olmayın!” dedim gözyaşlarımı kirpiklerimin arasında saklamaya gayret ederken.

      “Daha da katı olmalıyım lakin zayıf bir kadınım ben.” diye yanıtladı.

      “Ama bu karşılaştığınız ilk, son ve tek hakaret de olsa beni dinleyin.” dedim çocuksu bir isyanla.

      “Peki, konuşun o hâlde! Aksi takdirde sizi dinlemekten korktuğumu sanacaksınız.”

      Dikkatini üzerimde toplayacak bir ses tonuyla, bunun yaşamımızdaki eşsiz bir an olduğunu hissederek, tıpkı hayatımda daha önce gördüğüm kadınlara olduğu gibi o gün balodaki kadınlara karşı da kayıtsız kaldığımı ama kendisini gördüğümde, bütün ömrü okumakla geçmiş ürkek ruhlu bir genç olarak ancak bu duyguyu daha önce hiç yaşamamış kimselerin mahkûm edebileceği bir taşkınlığa kapıldığımı, insan yüreğinin, hiçbir yaratığın ona karşı koyamayacağı ve her şeyi, ölümü bile yenecek böyle bir arzuyu tatmadığımı söyledim.

      “Peki, küçümsenmeyi de yenebilir mi bu arzunuz?” dedi sözümü keserek.

      “Demek beni küçümsediniz?” diye sordum.

      “Bunlar hakkında daha fazla konuşmayalım.” dedi.

      “Hayır, konuşalım!” diye direttim insanüstü bir kederden taşan coşkuyla. “Söz konusu olan benim, benim bilinmez hayatım, bilmeniz gereken sırrım; umutsuzluktan öleceğim yoksa! Müsabakaların kazananına vadedilen o ışıklar saçan tacı elinde tutan kadın rolünü üstlendiğiniz hayatınızı da konuşalım.”

      Size anlattığım gibi mesafeli bir yerden değil, yaraları hâlâ kanayan genç bir adamın coşkun sözleriyle anlattım çocukluğumu ve gençliğimi. Sesim,