durumunu gördüğüm zaman bile geçerliydi bu hissiyatım. Mösyö de Mortsauf’un ağarmış saçlarında çektiği acıları görüyordum ve göçlere, onları yargılamayacak kadar bir sempatiyle yaklaşıyordum. Fransızlara ve Tourslulara özgü neşesini yitirmişti Kont. Aksi bir insana dönüşmüş, hastalanmıştı ve daha sonra adını sanını bilmediğim bir Alman düşkünler yurdunda tedavi görmüştü. Bağırsak askısı iltihabından muzdaripti; yakaladığında insanı öldüren bu hastalığı atlatmak, kişilik değişmesine ve sıklıkla hastalık hastası olmasına neden olurdu. Ruhunun en ıssız köşelerinde sakladığı ve yalnız benim keşfettiğim sevdaları sırf o zamanki hayatını değil, geleceğini de mahveden aşağılık ilişkilerden ibaretti. On iki senelik sefaletten sonra, Napolyon’un Fransa’ya dönmesini mümkün kılan kararından sonra bakışlarını memleketine çevirdi. Güzel bir gecede Rhin’den geçerken Strasbourg Kilisesi’nin çan kulesini görünce bayılacak gibi olmuştu. “Nasıl ki çocuk canı yandığında ‘Anneciğim!’ diye bağırırsa ben de öyle ‘Fransa! Fransa! İşte memleketim!’ diye bağırdım.” diye anlattı bana o anlarını. Daha dünyaya gelmeden önce zengin olan bu adam, şimdi yoksulluk içinde yaşıyordu. Bir alayı kumanda etmek ya da devlet işlerini yönetmek üzere hazırlandığı hâlde şimdi otoritesiz kalmış, geleceği sönmüştü; sağlam ve gürbüz bir çocukken düşkünleşmiş ve yıpranmış bir hâlde sürdürüyordu şimdilerde yaşamını. İnsanların ve olayların hiçbir etki altında kalmadan geliştikleri bir ülkenin ortasında her şeyden bihaber, dahası bedensel ve manevi güçlerinden yoksun buluyordu kendisini. Yoksulluğu, adının ağırlığını daha fazla hissetmesine neden oluyordu. Sarsılmaz kanıları, Condé ordusundaki geçmişi, kederleri, hatıraları, kaybolan sağlığı, ona alaycı bir ülke olan Fransa’da pek de üstünde durulmayan bir alınganlık kazandırmıştı. Yarı ölü bir hâlde Maine’e geldi; orada belki de iç savaştan kaynaklanan bir tesadüf eseri olarak, devrimci hükûmet oldukça büyük bir çiftliği sattırmayı unutmuştu ve çiftçi kendisi de toprak sahibi olarak tanıtıyordu. Çiftliğin yanında Givry Şatosu’nda oturan Lenoncourt ailesi, Kont Mortsauf’un göçten döndüğü haberini alınca Lenoncourt Dükü, kendisine kalacak bir yer bulana kadar bir süre Givry’de kalmasını teklif etmişti. Lenoncourt ailesi, orada kaldığı süre boyunca kendine gelen ve bu süre boyunca kederini gizlemek için büyük çabalar sarf eden Kont’a karşı, soylu bir özen göstermişti. Lenoncourtlar büyük servetlerini kaybetmişlerdi. Adından dolayı, Mösyö de Morstauf uygun bir eş adayı sayılırdı. Matmazel de Lenoncourt, hasta ve yaşlı olan bu otuz beş yaşındaki adamla evlendirmelerine karşı çıkmak şöyle dursun, hâlinden memnun bile gözüküyordu. Evlenmeleri durumunda, Prens’ Blamont-Chauvry’nin kız kardeşi, Uxelles markizi olan ve manevi annesi gibi gördüğü teyzesiyle yaşama hakkını elde edecekti.
Bourbon Düşesi’nin yakın dostu olan Madam de Verneuil, Touraine doğumlu, “Meçhul Filozof” olarak adlandırılan, Mösyö Saint-Martin’in öncülüğündeki dindar bir topluluğun üyesiydi. Bu filozofun müritleri, mistik aydınlanmanın yüce kurallarının öğütlediği erdemleri hayatlarına uyguluyorlardı. İlahi âlemlerin anahtarını sunan bu felsefe, insanı yüce ideallere doğru yol aldığı değişimlere hazırlıyor, onu meşru bataklıklardan kurtarıyor, hayatın acılarını Quaker’ın8 sarsılmaz katlanma gücüyle karşılıyor, annelik duygusuna özgü esinlerle göğe çıkardığımız meleğe acının hafiflemesini emrediyordu. Geleceği olan bir stoacılıktı bu. İçten dua ve saf aşk, Roma Katolik Kilisesi’nden, ilkel kilise Hristiyanlığına geçmek için ortaya çıkan bu inancın unsurlarıydı. Bununla birlikte Matmazel de Lenoncourt, teyzesinin de yolundan sapmadığı Apostolik Kilisesi’ne bağlı kaldı. Devrimin fırtınalarından ciddi bir şekilde etkilenen Uxelles Markizi, ömrünün son günlerinde kendini tamamıyla dinine vermiş, sevgili kızının ruhuna, Saint-Martin’in deyişiyle, semavi aşkın ışığını ve ruh sevincinin öz suyunu dökmüştü. Kontes ise, teyzesinin vefatının ardından, sık sık Clochegourde’a gelen bu barışçıl ve erdemli adamı pek çok kez misafir etmişti. Saint-Martin, Tours’daki Letourmy basımevinde yayına hazırlanan kitaplarını denetlemek için geliyordu Clochegourde’a. Hayatın dikenli yollarından geçmiş, yaşlı kadınların bilgeliğinden esinlenen Madam de Verneuil, başını sokacak bir evi olsun diye Clochegourde’u yeni evlenen yeğenine vermişti. Yaşlıların ince düşündüklerinde daha da kusursuzlaşan iyilikseverlikleriyle, Markiz daha önce oturduğu odanın bir üst katına taşınmakla yetinmişti. Beklenmedik ve ani gelen ölümü, yeni evlenmiş çiftin sevincini yas tülleriyle örtmüş, Clochegourde’da olduğu gibi, genç kadının batıl inançlarla kuşanan ruhunda da silinmez keder izleri bırakmıştı. Kontes’in Touraine’e yerleştiği ilk günler hayatının en mutlu günleri değilse de en kaygısız dönemi olmuştu.
Yurt dışında geçirdiği sıkıntılı zamanların ardından, önünde güzel bir gelecek görmenin sevincini yaşayan Mösyö de Mortsauf ruhunun yeniden iyileşeceğini hissetmiş gibiydi. Bu vadide çiçek açan bir umudun nefes kesen kokusunu çekmişti içine. Servetini düşünmek zorunda olduğunda, tarım işletmesinin çalışmaları için hazırlıklarını düşünmüş, yüreğinde biraz olsun ferahlama sevinci duymuştu ama Jacques’ın doğumu, o anı ve geleceği mahveden bir yıldırım gibi düşmüştü, bebeğin yaşayamayacağını söylemişti hekim. Kont, bu teşhisi özenle gizlemişti anneden; ardından kendisini de muayene etmesini istemişti doktordan ve Madeleine’in doğmasıyla birlikte doktoru haklı çıkaracak umut kırıcı yanıtlar aldı. Alın yazısının önüne geçilemeyeceğinin göstergesi olan bu iki olay, göçün hastalık eğilimlerini artırdı. İsmi sonsuza dek kaybolacak olan bu adamın yanı başında saf, kusursuz, henüz anneliğin keyfini çıkaramadan kaygılarla boğuşan bahtsız genç bir kadın vardı; geçmişinin üzerine yeni acıların baş verdiği bu toprak yüreğinin mezarı olmuş ve yıkılışını tamamlamıştı. Kontes, o ana bakarak geçmişi görmüş ve geleceği okumuştu. Her ne kadar bu dünyada kendini suçlayan bir insanı mutlu etmekten daha güç bir şey yoksa da Kontes, ancak meleklerin yapabileceği bu işi üstlenmişti. Tek bir gün içinde, bütün acılara tahammül edebilecek biri hâline gelivermişti. Dibinde gökyüzünü görebildiği uçuruma indikten sonra, bir rahibenin herkesi kucakladığı görevine tek bir adam için adamıştı kendini, Kont’u kendisiyle barıştırmak için, onun bile kendisini bağışlayamadığı kusurunu bağışlamıştı. Kont gitgide cimrileştiğinde, o da bu yaşamın dayattığı yoksulluklara katlanır olmuştu. Sosyete yaşamını ancak tiksintilerini görerek tanıyan kimseler gibi kocası da aldatılmaktan korkuyordu, Kontes ise eşinin bu güvensiz tavırlarına sesini çıkarmadan katlandı; Kont’a iyi hissettirebilmek için kadınsı kurnazlıklarını kullandı, o da böylece kendisine özgü fikirler taşıdığı kanısına varıyor, kendi evinde hiçbir yerde tadamayacağı üstünlüğün sefasını sürüyordu. Daha sonraları, evlilikleri ilerleyince Kontes, kötülüğün ve kıskançlığın hüküm sürdüğü bu yerde, Kont’un histerik ruh izlerini fark edip bunun evlatlarına zarar verebileceğini düşündüğünden Clochegourde’dan hiç çıkmamaya karar verdi. Böylece hiç kimse Mösyö de Mortsauf’un yetersizliğini fark edemezdi çünkü karısı, yıkımlarını sarmaşıktan kalın bir pelerinle örtmüştü. Kont’un, kolay hoşnut edilemeyen değişken mizacı, karısının varlığında, gizli yaralarının âdeta merhemlerin serinliğiyle yumuşadığını hissederek uzandığı nahif ve rahat bir dünya bulmuştu.
Bu hikâye, Mösyö de Chessel’in üstünü kapamaya çalıştığı bir kırgınlığın etkisiyle söylediği sözlerin en basit ifadesidir. Dünyaya bakış açısı, Clochegourde Şatosu’nda gömülü sırların birkaçını keşfetmesini sağlamıştı. Lakin Madam de Mortsauf, ulvi tavırlarıyla başkalarını kandırsa da aşkın o sezgi gücü yüksek duyularını aldatamadı. Küçük odamdayken