bedeldi bu. Ailemin serveti, geçmişi ve geleceği hakkında en ufak bir bilgim olmadığı için Kont de Mortsauf’un anısını sakladığı bu yitip giden yazgının içeriğinden de bihaberdim. Yine de Kont’un gözünde insanın en önemli özelliği sayılan köklü aile yapım, beni şaşırtan bu karşılamanın nedenini haklı çıkarabilirdi fakat asıl sebebi daha sonraları öğrendim. O an için bu ani hâl değişimi rahatlatmıştı beni. Çocukların, üçümüzün sohbet etmesini görmesi üzerine Madeleine başını babasının elinden kurtardı, açık olan kapıya doğru baktı ve bir yılan balığı gibi dışarı attı kendini, Jacques da onu takip etti. İkisi de annelerinin yanına gittiler çünkü uzaktan gelen, arıların sevdikleri kovanın çevresinde vızıldayarak uçmalarını andıran seslerini duyuyordum.
Kişiliğini çözmeye çalışarak Kont’u izlemeye başladım ama belli başlı özellikleri ilgimi öyle çekti ki yüzünün yüzeysel bir incelemesiyle yetinmedim. Yalnızca kırk beş yaşında olmasına rağmen on sekizinci yüzyılın sonunda kopan büyük fırtına onu iyice yıpratmış, altmışlarına merdiven dayamış biri gibi göstermişti. Çıplak başının etrafını rahiplerinkine benzer şekilde kaplayan yarım ay şeklindeki saç kümesi, siyahlı grili tutamlarla şakaklarını okşayarak kulaklarında sona eriyordu. Yüzü, ağzı kana bulanmış beyaz bir kurdu andırıyordu çünkü burnu, hayatı kökten değişmiş, midesi zayıf düşmüş, mizacı eski hastalıklarla bozulmuş bir adamınki gibi kızarmıştı. Sivri çenesine göre fazla geniş kalan, kısa, uzun, eğri kırışıklarla dolu alnı; zihnin yorgunluklarını değil, açık havada geçen bir hayatın alışkanlıklarını; kör talihin önüne geçmek için gösterilen çabaları değil, ebedî bir talihsizliğin ağırlığını gösteriyordu. Soluk yüzünün ortasındaki kahverengi ve çıkık elmacık kemikleri, uzun bir yaşam süreceğini kanıtlar nitelikteydi. Isıtmasa da aydınlatan kış güneşi misali parlak, sarı, sert bakan gözleri; anlamsız ama endişeli, sebepsiz ama çekingen bir ifadeyle üstünüzde dolanıyordu. Ağzı sert ve buyurgan, çenesi düz ve uzundu. Zayıf ve uzun boyluydu, varsayılan bir değer tarafından kabul gören, diğerlerinden hukuken üstün lakin gerçekte aşağıda olduğunun bilincinde bir asilzade havasındaydı. Taşra hayatına alışması, dış görünümünü de ihmal etmesine neden olmuştu. Kıyafetleri tıpkı bir taşralıyı andırıyordu, köylüler gibi komşuları da ona sadece toprak sahibi olduğu için hürmet gösteriyordu. Esmerleşmiş ve buruşmuş elleri ancak ata binerken ya da pazar günleri kiliseye giderken eldiven taktığını gösteriyordu. Ayakkabıları kaba sabaydı. Göçte geçen on yıl ve çiftçilikle geçen bir diğer on yıl, dış görünüşünü etkilese de asalet kalıntısı barındırıyordu içinde. O zamanlar henüz çok kullanılmayan bir sözcük olan “liberallerin” en kindarı bile şövalyelere özgü dürüstlüğü, La Quotidienne7 gazetesinin sadık okuyucusunun sarsılmaz inançlarını görebilirdi onda. Dindar, davasına yürekten bağlı, siyasi memnuniyetsizliklerini dile getiren, partisine hizmet etmekten âciz, buna karşın ona zarar verme konusunda çok becerikli ve Fransa hakkında hiçbir bilgisi olmayan bu adama herkes hayran kalırdı. Gerçekten de Kont, kendisini hiçbir şeye tam olarak kaptırmayan ve bunun olmaması için inatla her şeyin karşısında duran, kendilerine bir görev verildi mi elinde silahla hemen orada bitiveren ama parasındansa canını verecek kadar cimri olan o adamlardandı. Yemek sırasında, çökmüş yanaklarında ve arada çocuklarına attığı kaçamak bakışlarında, etkileri derisinin altında gizlenen bazı sıkıntılı düşüncelerin izlerine dikkat ettim. Zaten onu görüp bunu fark edememenin imkânı var mıydı? Yaşamaktan yoksun kalmış bu bedenleri kendi çocuklarına aktardığı için kim suçlamazdı ki onu? Her ne kadar o, bu konuda kendini yargılasa da başka birinin bunu yapmasını kabul etmiyordu. Kabahatini bilen ama hayat terazisinin kefesine yüklediği acıların ağırlığını karşılayacak yücelikten ve çekicilikten yoksun olan bir yönetici iktidar gibi kaygılı göründüğünden, özel hayatı da keskin çizgilerinde ve daima endişeli gözlerinde yansıyan sertliklerle dolu olmalıydı. Karısı, eteklerine sarılmış iki çocuğuyla birlikte içeri girince, bir mahzenin kemerleri üstünde yürürken, ayaklar nasıl altındaki derinliği hissediyor gibi olursa ben de bu aileyi etkisi altına alan bir bahtsızlığın varlığını sezdim. Bir araya gelmiş bu dört kişiye bakarken, gözlerim her birini takip ederken, yüzlerini ve karşılıklı tavırlarını incelerken melankoli yüklü düşünceler, ince ve gri bir yağmurun güneşin hafifçe doğuşunun ardından çok güzel bir yeri karartması gibi yüreğime oturdu. Sohbet konusu bitince Kont, Mösyö de Chessel yerine beni ön plana çıkararak, ailem hakkında bilmediğim pek çok olayı karısına anlatmaya başladı. Bana yaşımı sordu. Yaşımı öğrenen Kontes, kızının yaşını öğrendiğimde yaşadığım şaşkınlığa benzer bir tepki verdi. Kim bilir, belki de on dört yaşında olduğumu düşünüyordu. Sonraları öğrendiğime göre, onu bana sıkıca bağlayan ikinci bağ, bu olmuştu. Ruhundan okumuştum bunu. Kendisine umut aşılayan gecikmiş bir güneş ışığıyla aydınlanan annelik duygusu depreşmişti. Yirmi yaşını geçmiş olmama rağmen beni bu kadar zayıf, narin ama yine de bu kadar duyarlı hâlimi gördüğünde belki de içinden bir ses “Onlar da yaşayacak!” diye bağırdı. Merakla baktı bana ve aramızdaki buzların birden eridiğini hissettim. Bana sormak istediği binlerce sorusu vardı ama hiçbirini dile getirmedi.
“Çalışmalarınız hastalanmanıza neden olduysa vadimizin havası size iyi gelecektir.” dedi.
“Yeni eğitim sistemi çocukları mahvediyor.” diye ekledi Kont. “Onları matematikle boğuyor, bilimin darbeleriyle öldürüyoruz ve bu nedenle her biri erken yaşta yıpranıyor. Burada istirahat etmelisiniz. Üzerinize çöken düşünce çığının altında ezilmişsiniz. Ulusal eğitimi, dinsel kurumların eline vererek bu kötü gidişatın önüne geçemezsek herkese sunulan bir eğitim sistemi bizi nasıl bir yüzyıla hazırlayacak kim bilir!”
Bu sözler, bir gün kraliyet davasına yararlı olabilecek yetenekli bir adama seçimlerde oy vermeyi reddederken söylediği bir cümleyi anımsatıyordu: “Fazla düşünenlerden hep uzak dururum.” İşte oy isteyen bir adaya bu cevabı vermişti. Bahçede bir gezinti yapmayı teklif edip yerinden kalktı.
“Mösyö.” dedi Kontes.
“Bir şey mi oldu sevgilim?” diye yanıtladı Kont, kibirli bakışlarıyla birden geri dönerek; evde ne kadar sözü geçtiğini belli etmeye çalışıyordu ama bunu pek başaramamıştı.
“Mösyö, Tours’dan buraya yürüyerek gelmiş. Yetmezmiş gibi Mösyö de Chessel kendisi bir de Frapesle’de gezdirmiş.”
“Tedbirsiz davranmamışsınız.” dedi Kont bana. “Yaşınız her ne kadar genç olsa da!” Ve üzüntüsünü göstermek için iki yana salladı başını.
Sohbet yeniden başladı. Derinden bağlı olduğu kralcılığını ve onun sularında yüzerken bir anda boğulmamak için ne kadar dikkatli olmam gerektiğini anlamakta gecikmedim. Kaşla göz arasında kıyafetini değiştirmiş olan uşak, akşam yemeğinin hazır olduğunu bildirdi. Mösyö de Chassel kolunu Madam de Mortsauf’a uzattı, Kont ise zemin katta bulunan ve tıpkı salona benzeyen yemek salonuna geçerken neşeyle koluma girdi.
Touraine’de imal edilen beyaz karolarla döşenmiş ve bel hizasına kadar ahşapla çevrelenmiş yemek salonunun duvarları, çiçek ve meyve resimlerinin olduğu parlak kâğıtlarla kaplanmıştı. Pencerelerde kırmızı şeritlerle süslenmiş patiska perdeler vardı, büfeler eski Boulle tarzıydı ve el işi örtülerle kaplanmış sandalyeler oyma meşedendi. Yemek masasında bolca yemek bulunmasına rağmen lükse kaçan hiçbir şey yoktu: Farklı parçalardan toplama aile yadigârı gümüş takımı, o zamanlar henüz yeniden moda olmamış Saksonya porseleni, sekizgen sürahiler, sapları akikten bıçaklar, ardından yuvarlak altlıkları Çin lakesinden yapılmış