Оноре де Бальзак

Vadideki Zambak


Скачать книгу

yanıp kavrulan yüreklerinde bir damla gözyaşı kurutmamış kimseleri bile hayaller âlemine çıkarırdı. Hareketlerinin, özellikle bakışlarının -çocukları dışında kimseye bakmazdı- enderliği, saygınlıklarını tehlikeye atan kadınların takındıkları tavırda bir şey yaptığında ya da söylediğinde, yaptıklarına ve söylediklerine inanılmaz bir yücelik katıyordu. O gün Madam de Mortsauf, pembe renkli çizgili bir elbise, geniş işlemeli bir yakalık, siyah bir kemer ve aynı renkte ayakkabı giymişti. Sedef bir tarakla tutturulan saçları başının üstünde sade bir şekilde toplanmıştı. Size sunmayı vadettiğim taslak işte böyle. Ama ruhunun, çevresindekiler üzerindeki sürekli etkisi, güneşin etrafı aydınlatması gibi dalga dalga yayılan o besleyici öz; o içten yaradılışı, dingin zamanlardaki tutumları, hüzünlü anlardaki boyun eğişi, kendisini var eden tüm bu iniş çıkışlar, benzer köklerden gelen ve resmin ister istemez bu öykünün olayları içinde gerçekleşeceği beklenmedik ve gelip geçici gök olaylarından kaynaklanır. Bir trajediyi halk gözünde nasıl yüceltirse, bilge de öyle kavrar; işte böyle gerçek bir aile destanının hikâyesi, içine benim karışmam kadar, kadın kaderlerinin çoğuna benzerliğiyle de sizi içine alacaktır.

      Clochegourde’da her şey İngilizlere özgü bir titizliği yansıtıyordu. Kontes’in kaldığı salon grinin iki tonuyla boyanmış tümüyle ahşap bir kaplamayla döşenmişti. Bir kupa bulunan maun çerçeveli sarkaçlı saat ve üzerinde Cap fundaları yükselen altın çizgili iki beyaz porselen vazo süslüyordu şömineyi. Konsolun üstünde bir lamba vardı, şöminenin karşısında bir tavla duruyordu. Pamuktan yapılmış geniş kordonlar, beyaz saçaksız perdeleri tutuyordu. Yeşil şeritlerle işlenmiş gri kılıflar; koltukları, sandalyeleri kaplıyor; Kontes’in gergefinin üstündeki örtü eşyaların neden böyle saklanmış olduğunu yeterince açıklıyordu. İhtişamda buluşuyordu tüm bu yalınlık. O zamana dek gördüğüm hiçbir ev, Clochegourde salonunda edindiğim kadar yoğun ve derin izler bırakmadı üstümde; tıpkı Kontes gibi dingin ve içe dönük olan bu salona bakılınca günlük uğraşların manastırlara özgü düzenliliği seziliyordu. Fikirlerimin birçoğu hatta bilim ve politika alanlarında en cüretkâr olanları bile çiçeklerin yaydığı koku gibi burada ortaya çıkmış, ruhuma bereketli tozunu serpen o meçhul bitki burada yeşeriyor, erdemlerimi güçlendiren, kusurlarımı kurutan güneş burada parlıyordu. Pencereden bakınca gözleriniz, Frapeles kulelerinin, ardından kilisenin, küçük kasabanın ve çayıra yukarıdan bakan Saché Köşkü’nün süslediği karşı yamaçtaki kıvrımların ilerisindeki Pont-de Ruan’ın yayıldığı tepeden Azay Şatosu’na kadar bütün vadiyi görebilirdi. Sakin bir hayatla bağdaşmış ve aile kavramının dışında oluşabilecek hiçbir coşkuyu içinde barındırmayan böylesi yerler, kendi huzurlarını insan ruhuna da aktarıyordu. Kontes’i, ilk defa o göz kamaştırıcı balo elbisesi içinde değil, burada, Kont ve iki evladıyla birlikte görmüş olsaydım, sonraları aşkımın geleceğini mahvedeceği korkusundan beni pişman eden o çılgın öpücüğü çalar mıydım? Hayır, beni böylesi bir bahtsızlığa sürükleyen bu durumda onun önünde diz çöker, ayakkabılarını öper, üzerlerine birkaç damla gözyaşı bırakır, ardından da kendimi Indre’e atardım. Ama teninin taze yasemin kokusunu içime çektikten ve o aşk dolu kadehteki sütü içtikten sonra ruhumun en derinliklerinde insanüstü hazların tadını ve umudunu hissettim; bir yabaninin intikam anını beklemesi gibi, haz saatini yaşamak ve beklemek istiyordum. Ağaçlarda asılı kalmak, üzüm bağlarında emeklemek, Indre’in sularında sırtüstü uzanmak istiyordum. Isırmış olduğum o enfes elmayı bitirebilmek için, gecenin sessizliği, yaşamın bezginliği, güneşin sıcaklığı bana suç ortaklığı etsin istiyordum. Şarkı söyleyen çiçeği ya da Morgan’ın6 adamlarının sakladığı hazineleri de istese benden, gerçek zenginlikleri ve arzu ettiğim o sessiz çiçeği elde etmek için istediği ne varsa, sererdim önüne! Hayranı olduğum kadını uzun uzun izleyip hayallere daldığımda, bir uşak yanına gelip onunla konuştu; Kont’tan bahsettiğini işittim. Bir kadının kocasına ait olması gerektiğini ancak o zaman düşündüm. Bu düşünce beni allak bullak etti. Ardından, böyle bir hazinenin sahibini görmek için hoyrat ve karanlık bir merak uyandı içimde. Kin ve korku, bu iki duygunun tesiri altındaydım; hiçbir engel tanımayan, hiçbir şeyden korkmadan olabilecekleri ölçüp biçen bir kin; mücadelenin, sonucunun ama özellikle onun, üstümde yarattığı belli belirsiz bir korku. Anlatılmaz önsezilere kapılmış, insanın onurunu lekeleyen o el sıkışmalarından çekiniyordum, en sağlam iradelerin bile kırıldığı o içinden çıkılmaz zorlukları daha şimdiden seziyordum; bugün toplumsal yaşamı, tutku dolu ruhların aradığı sonuçlardan yoksun bırakan hareketsizliğin gücünden korkuyordum.

      “İşte, Mösyö de Mortsauf.” dedi.

      Ürkmüş bir at gibi bacaklarımın üstünde dikildim. Hem Mösyö de Chessel hem Kontes bu hareketimi fark etse de uyarmamışlardı beni çünkü altı yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim bir kız içeri girip “Babam geldi.” demesi dikkatleri dağıtmıştı.

      “Madeleine, neler oluyor?” diye çıkıştı annesi.

      Çocuk, Mösyö de Chessel’in isteği üzerine elini uzattı ve şaşkınlık içinde bana ufak bir selam verdikten sonra dikkatlice baktı.

      “Sağlığı nasıl?” diye sordu Mösyö de Chassel, Kontes’e.

      “İyiye gidiyor.” diye cevap verdi, şimdiden kucağına sokulmuş olan küçük kızın saçlarını okşarken.

      Mösyö de Chessel’in yönelttiği bir sorudan, Madeleine’in dokuz yaşında olduğunu anladım; az önceki tahminimin yanlış çıkması bütünüyle şaşırtmıştı beni ve dışarı vurduğum bu şaşkınlık, annenin alnına kırışıklık bulutları kondurdu. Mösyö de Chessel tam o anda, cemiyet insanlarının tıpkı ikinci bir eğitim verirmişçesine attığı o anlamlı bakışlardan attı bana. Demek ki burada, kuşkusuz, saygı gösterilmesi gereken bir anne yarası vardı. Soluk gözleri, porselen misali beyaz teniyle Madeleine kent havasını kaldıramazdı şüphesiz. Kır havası ve onu sarıp sarmalayan annenin gösterdiği özen, yabancı bir iklimin zorluklarına rağmen, serada yaşayan bir bitki kadar hassas olan bu bedene yaşam aşılıyordu. Madeleine annesine hiç benzemese de onun ruhunu taşıyordu sanki ve bu, ona güç veriyordu. Seyrek siyah saçları, çukur gözleri, çökük yanakları, zayıf kolları, daracık göğsü, yaşam ve ölüm arasındaki bir mücadeleyi gösteriyordu; bugüne dek Kontes’in galip geldiği bir mücadeleyi. Madeleine, annesi kederden uzak tutmak için olacak, canlı görünmeye çalışıyordu çünkü bazen kendini bıraktığında salkımsöğüt gibi görünüyordu. Onu görseniz, yurdundan buraya dilenerek gelmiş yorgunluktan tükenmiş ama yürekli ve onu izleyenler için süslenmiş açlıktan kıvranan bir Çingene kızı derdiniz.

      “Jacques’ı nerede bıraktınız bakalım?” diye sordu annesi saçlarını karga kanatları gibi iki parçaya ayıran beyaz çizgiden öperken.

      “Babamla birlikte geliyor.”

      Tam o sırada, Kont elinden tuttuğu oğluyla birlikte içeri girdi. Aynı zayıflık belirtilerini gösteren Jacques, kız kardeşinin kopyası gibiydi. Görkemli güzelliğiyle kendine bakanları mest eden kadının yanındaki bu iki cılız çocuk, Kontes’in şakaklarına yayılan ve onu yalnızca Tanrı’ya açmış olduğu hâlde alnına korkunç anlamlar yükleyen saklı kederin sebebini sezmemek imkânsızdı. Beni selamlarken Mösyö de Mortsauf bir gözlemciden ziyade, çözümleme yetisinin yoksunluğundan muzdarip bir adamın endişesini saklamayı beceremediği ifadesiyle baktı. Karısı olanı biteni anlatıp ismimi söyledikten sonra, yerini ona bırakarak yanımızdan ayrıldı. Işıklarının kaynağını annelerinden alıyormuş gibi gözlerini ondan ayırmayan çocuklar kendisine eşlik etmek istediler fakat anneleri: “Siz burada kalın sevgili meleklerim!”