atıyordunuz. Lakin olanları telafi etmezseniz, komşularımla aram açılabilir.” demesi beni şaşkına çevirdi. Bu “olanları telafi etmezseniz” cümlesi beni uzun soluklu hayallerin kucağına bıraktı. Madam de Mortsauf beni hoş buluyorsa beni evlerine götüren insana da kızmamalıydı. Demek ki Mösyö de Chessel, bende onun ilgisini çekebilecek bir güç görüyordu, böyle düşünmüş olması da zaten o gücü bana vermesi anlamına gelmiyor muydu? Bu varsayım, yardıma muhtaç olduğum bir anda umudumu yeşertti.
“Korkarım yemeğe kalamayız.” diye yanıtladı. “Madam de Chessel bizi bekliyor.”
“Her gün onunla birliktesiniz.” diye karşılık verdi Kontes. “Haber verebiliriz kendisine, yalnız mı?”
“Hayır. Peder Quélus’ü ağırlıyor.”
“Ah, tamam o hâlde.” dedi zili çalmak üzere ayağa kalkarken. “Yemeği bizimle yiyorsunuz.”
Bu sefer Mösyö de Chessel onun samimi olduğuna inanmıştı, övgü dolu bakışlarla baktı bana. Bu çatı altına geçireceğim akşamdan emin olduğumda, bu anın sonsuza dek süreceğini düşündüm. Mutsuz pek çok kimseler, içi boş bir sözcükten ibaret görür “yarın”ı, o ana dek ben de o kimselerdendim fakat kendime ait birkaç saatim olduğunda, haz dolu bir yaşamı sığdırdım içine. Madam de Mortsa-uf, yabancısı olduğum, bölge, hasatlar, bağlar hakkında bir muhabbet açtı. Bir ev hanımı için, böyle bir konu açmak, ya karşısındaki insanın eğitim seviyesini yetersiz bulmasından ya da konuşmanın dışında kalmasını istemesinden ortaya çıkan küçümseme duygusunu açığa vurur ama Kontes için bu söylenemezdi. O, ne yapacağını şaşırdığından böyle davranıyordu. İlk başta, bana çocukmuşum gibi davrandığını düşünüyordum, Mösyö de Chessel’in, benim hiçbir şey anlamadığım konuları konuşabilmesine olanak tanıyan otuz yaş ayrıcalığına imrensem de bütün alakanın onda olduğunu düşünerek kızgınlığa kapılsam da aradan aylar geçtikten sonra bir kadının sessizliğinin ne denli önemli olduğunu, telaşlı sohbetlerin aslında ne çok düşünce barındırdığını öğrenecektim. Koltuğuma güzelce yerleşmeyi denedikten sonra, Kontes’in sesini işitirken kapılacağım o tarifsiz duygunun tadını çıkarabileceğim konumun avantajlarını kavradım. Tıpkı sesin flütün anahtarlarında bölündüğü gibi, ruhunun soluğu hecelerin kıvrımlarında geziniyordu. Kanınızın akışını hızlandıran bu ses, insanın kulağında yankılanıyordu; sonu “i” ile biten kelimeleri kuş cıvıltısından farksız dile getiriyor, “ş” harfleri bir okşayışı andırıyor, “t” harfine yaptığı vurgu ise yüreğindeki zorbalığı yansıtıyordu. Böylece hiç farkında olmadan kelimelerin anlamlarını enginleştiriyor ve ruhunuzu farklı kâinatlara doğru sürüklüyordu. Sırf bu yüzden, kaç kere bitirebileceğim bir tartışmanın sürüp gitmesine boyun eğmişimdir! Kaç kere, bu insan sesinin konserlerini dinlemek, ruhunu dudağından üflüyormuşçasına ortaya çıkan havayı solumak, hararetle dile gelen o ışık süzmesini göğsümde sarıp sarmalamak istercesine muhafaza etmek için kendimi haksız yere azarlatmışımdır! Gülebildiğinde ne hoş bir kırlangıç türküsü kulaklarımı okşardı! Peki ya kederinden bahsederken? O zaman dostlarını çağıran bir kuğu sesinden farksız olurdu! Kontes’in kayıtsızlığı onu inceleyebilme imkânı vermişti bana. Bakışlarım, büyüleyici bir şekilde konuşan Kontes’in üstünde dolaşarak muazzam bir keyfin tadını çıkarıyor, belini kavrıyor, ayaklarını öpüyor ve saçının bukleleriyle oynuyordu. Bunun yanında, ömürlerinde gerçek bir tutkunun sonsuz mutluluklarını tatmış kimselerin anlayacakları bir dehşetin pençesine düşmüştüm. Bakışlarım, kendimden geçercesine öptüğüm o omuzlara dalıp gitmişken beni fark etmesinden ödüm kopuyordu. Bu korku içimdeki ateşli tutkuyu da körüklüyordu, kendimi alıkoyamıyordum! Kumaşı yırtan bakışlarım, sırtını ikiye ayıran o güzel çizginin başlama noktasında beliren ve süte düşmüş sineği andıran beni görür gibi oluyordum. Ve o ben, balo gününden beri hayatları tekdüze lakin hayalleri ihtiraslarla donatılmış gençlerin uykularını âdeta sırılsıklam eden o karanlıkların içinde parlayıp durmuştum.
Kontes’in ona bakan herkesi etkileyen belli başlı özelliklerini sizin için çizebilirim lakin gerçeğe en yakın resim, en sıcak renk bile onu tam olarak betimlemekten âciz kalacaktır. Onun yüzünü benzetebilmek için, yürekte yanan ateşi resmedebilecek, kelimelerin kifayetsiz kaldığı ama bir âşığın görebildiği ışık saçan buharı yansıtabilecek bir ressamın ellerine gereksinim duyulur yalnızca. Tel tel ve aklanmaya yüz tutmuş saçları sıklıkla kederlendiriyordu onu; bu üzüntüleri, hiç kuşkusuz, beynine akan ani kandan kaynaklanıyordu. Mona Lisa’ya benzer yuvarlak, çıkık alnı açığa çıkmamış düşüncelerle, bastırılmış duygularla, yaman sularda boğulmuş çiçeklerle dolu gibi gözüküyordu. Fırçadan sıçrayan koyu noktalar misali harelenen yeşil gözleri her zaman solgundu ama evlatları söz konusu olduğunda, kaderlerine boyun eğen kadınların hayatında nadir rastladıkları büyük mutluluk ve acı anlarında, yaşamın cilveleriyle tutuşurdu. Bu cilveleri solduracakmışçasına bir ışık saçardı. Şimşekten bakışları, en cüretkâr erkeklerin başlarını bile öne eğdiren o bakışları, müthiş bir aşağılama ile beni ezdiğinde yaşlar boşalırdı gözlerimden. Phidias’ın elinden çıkmış gibi görünen ve zarafetle kıvrılmış dudaklara çifte kavisle bağlanan bir Yunan burnu, oval yüzüne ruhani bir ifade bahşediyordu; beyaz kamelyaların dokusunu andıran bu yüz, güzel pembeliklerle kızaran yanaklarıyla süsleniyordu. Etine dolgun olması, bedeninin inceliğini ya da toplu olduğu hâlde hatlarının güzelce gözükmesi için gereken yuvarlaklığı etkilemiyordu. Göz kamaştırıcı hazinelerin, omuzlarla birleştiği yerde tek bir kırışıklığa neden olmadığını söylersem, nasıl bir mükemmellikten söz ettiğimi derhâl anlarsınız. Bazı kadınların boyunlarındaki ağaç gövdesine benzeyen o oyuntulardan eser yoktu onda; kasları çok dikkat çekmiyordu, gözleri kadar bedeninin hatlarıyla da ressama çile yaşatacak kıvrımları sarıyordu tüm vücudunu. Yanakları boyunca uzanan şeftali tüyleri boynunun çıkıntılarında kayboluyor ve ışığı soğurarak ipeksi bir görünüm kazanıyordu. Ufak ve biçimli kulakları, kendi deyimiyle, bir köleye ve bir anneye aitti. Daha sonraları, yüreğini kazanma şerefine eriştikten sonra, bana dönüp “İşte, Mösyö de Mortsauf geliyor!” derdi, hassas kulaklarıma rağmen ben hiçbir şey işitmemişken dediği de çıkardı. Güzel kolları, kıvrımlı parmaklarıyla taçlanan uzun elleri vardı. Tıpkı İlk Çağ heykellerinde görülen tırnak etleri, narin tırnaklarının kenarlarından taşardı. Siz bir istisna teşkil etmeseydiniz, düz bellerin yuvarlak bellerden üstün olduğunu söyler, gücendirirdim sizi. Yuvarlak bel, bir güç belirtisidir, belleri böyle olan kadınların tavırları irade ve hâkimiyetle donatılmıştır; şefkatten çok şehvet duygusu yayarlar etraflarına. Tam tersine, düz belli kadınlar ise sadıktır, zarifliklerle doludurlar, melankoliye eğilimlidirler; diğer kadınlardan daha iyilerdir. Kıvrak ve yumuşaktır düz bel. Yuvarlak bel ise katılığı ve kıskançlığı gösterir. İşte şimdi onun nasıl göründüğü hakkında bilgi sahibisiniz. Bir kadının ayakları nasıl olmalıysa öyleydi ayakları, çabuk yorulan ve elbisesinin dışına taştığında gözlere şenlik yaşatan cinstendi. İki çocuk annesi olmasına rağmen onun kadar genç kız izlenimi uyandıran birisi olmadı ömrümde. Hâlinde bir yalınlık vardı, nasıl anlatacağımı bilemediğim bir çeşit şaşkınlığa, bir çeşit dalgınlığa götürüyordu bizi, ressam nasıl ki dehasıyla duygular dünyası yarattığı bir resmiyle bizi kendine çekiyorsa öyle kapılıyorduk ona. Zaten görülebilir nitelikleri anca kıyaslamalarla açıklanabilir. Villa Diodati’den dönerken topladığımız o fundanın saf ve yabani kokusuna, siyahına ve pembesine ne denli vurulduğunuzu getirin hatırınıza; bu, işte o zaman, insanlardan izole, siyah ve pembe renklerine bulanmış bu kadının ne kadar zarif, tavırlarının ne kadar doğal, kendisine ait şeylerde