alay ediyordu. Sonunda, içinde onu incitmemek için pek çok önlem almayı gerektiren çok sayıda sıkıntısı olduğunu fark ettim, durmaksızın süren bu sohbet, zihinsel bir uğraş hâline geliyordu benim için. Tabiri caizse ondaki eksiklikleri hissettiğimde, Kontes’in onları okşarkenki uysallığıyla karşılıyordum. Hayatımın başka bir dönemi olsa muhakkak kırardım onu lakin hiçbir şey bilmediğine inanan ürkek bir çocuk olduğumdan ve yetişkinlerin her şeyi bildiğini sandığımdan, bu hastalıklı çiftinin Clochegourde’da yarattığı harikalar karşısında ağzım açık kalıyordu. Planlarını hayranlıkla dinliyordum. Nihayet, gayriihtiyari dalkavukluklarım bu ihtiyar beyefendinin sevgisini kazanmamı sağlamıştı, bu harika araziye, onun konumuna, Frapesle’den daha üstün bulduğum bu yeryüzü cennetine imreniyordum.
“Frapesle hantal bir gümüş takımıysa Clochegourde içinde kıymetli taşlar bulunan bir mücevher kutusudur!”
Bu cümleyi daha sonraları benim adımı da anarak sık sık tekrarladı.
“Pekâlâ öyledir! Lakin biz gelmeden önce acınası bir hâldeydi.” diye karşılık verdi.
Bana ekin tarlalarından, fundalıklarından bahsettiğinde iyice kulak kesiliyordum. Kır hayatında nelerin yapıldığı konusunda acemi olduğumdan onu ürünlerin fiyatıyla, toprağı işleme yöntemleriyle ilgili sorularıma boğuyordum, o ise bildiği tüm ayrıntıları bana öğretmekten mutlu görünüyordu.
“Okulda ne öğretiyorlar size?” diye soruyordu bana şaşkınlıkla.
Daha o ilk gün, Kont şatoya geri döndüğümüzde karısına “Mösyö Félix çok sevimli bir delikanlı!” dedi. Akşam, anneme Frapesle’de kalacağımı yazıp bu nedenle bana giysi ve çamaşır göndermesini istedim. O dönemde olup biten büyük toplumsal değişimden habersiz olduğum ve sonraları bunun, yazgımı nasıl etkileyeceğini fark edemediğim için Paris’e dönüp hukuk eğitimimi tamamlayacağımı umut ediyordum; dersler kasımın ilk haftasında başladığı için daha önümde iki buçuk ay vardı.
Frapesle’deki ilk günlerimde Kont’la içten bir ilişki kurmayı denedim ve bu, üzerimde acımasız izler bıraktı. Sebepsiz fevriliği, ümitsiz bir durum karşısındaki aceleciliği beni dehşete düşürdü. Zor şartlar altında politikanın ortasına güneş gibi doğan Condé ordusunun çok değerli bir beyefendisi oluyor, dürüstlüğün ve cesaretin yarattığı tesadüfler sayesinde soylu bir beyefendi gibi yaşamaya, bir d’Elbée, bir Bonchamp, bir Charette9 olmaya mahkûm ettiği o iradelerin ışığını saçıyordu. Bazı varsayımlar karşısında burnu büzüşüyor, alnı parlıyor ve gözlerinde yıldırım beliriyordu bir anlığına. Bazen Mösyö de Mortsauf aklımdan geçenleri anlayıp hiç düşünmeden beni öldüreceğinden korkuyordum. O zamanlarda oldukça yumuşak başlıydım. İnsanları tuhaf bir şekilde değiştiren irade, içimde yeni yeni baş göstermeye başlamıştı. Aşırıya kaçan arzularım, korkunun yarattığı titremelere benzer o hızlı sarsılmalara neden oluyordu. Mücadele değildi beni dehşete düşüren; karşılıklı aşkın mutluluğunu tatmadan ölmek istemiyordum yalnızca. Karşılaştığım zorluklar ve içimdeki arzular iki paralel çizgi hâlinde ilerliyordu. Duygularımdan nasıl bahsetmeli?.. Yürek burkan tereddütlerle boğuşuyordum. Bir tesadüf bekliyor, gözlemliyor, kendimi iyiden iyiye sevdirdiğim çocuklarla yakınlaşıyor, evdeki nesnelerle özdeşleşmeye çalışıyordum. Kont, zamanla yanımda daha rahat olmaya başladı. Bu nedenle onun ani mizaç değişikliklerine, sebepsiz derin kederlerine, acı ve yıkıcı yakınmalarına, kindar soğukluğuna, bastırdığı çılgınca hareketlerine, çocuksu inlemelerine, umutsuzluğa kapılmış bir insanın haykırışlarına, beklenmedik öfkelerine tanık oldum. Manevi evrende hiçbir şey mutlak değildir, bu özelliğiyle de maddi evrenden ayrılır. Etkilerin yoğunluğu, kişiliklerin ya da etrafında toplandığımız bir olguyla ilgili düşüncelerin gücüyle ilintilidir. Hayatımın geleceği, Clochegourde’daki tutumum bu tuhaf iradeye bağlıydı. Şatoya her girdiğimde kendi kendime “Acaba beni nasıl karşılayacak?” diye sorduğumda, o sıralarda ferahlaması kadar kararması da kolay olan ruhumu hangi kaygıların sıkıştırdığını size anlatamam. Kar beyazı alnında birden toplanan fırtına bulutlarını gördüğümde yüreğim nasıl bir endişe deryasında boğulurdu! Sürekli tetikteydim. Böylece bu adamın hâkimiyeti altına girmiştim. Izdıraplarım, Madam de Mortsauf’un neler çektiğini anlamamı sağlıyordu. Birbirimize anlam dolu bakışlar atmaya başlamıştık, bazen benim gözlerimden yaşlar akarken o kendilerinkini tutuyordu. Kontes ve ben, acı ile sınadık birbirimizi. Gerçek acılar, sessiz sevinçler, kâh suya düşen kâh yüzeye çıkan umutlarla dolu o ilk kırk günlük süre zarfında ne çok şey keşfettim! Güneşin tepelerini şehvetle kızıllaştırdığı vadiyi bir yatak gibi gözler önüne sererek battığı, doğanın bütün canlılarını aşka davet eden o sonsuz ilahiler ilahisinin duyulmamasını imkânsız kıldığı bir akşam, onu huşu içinde düşüncelere dalmışken buldum. Genç kız, uçup giden hülyalara mı kaptırıyordu kendisini yeniden? Kadın gizli bir mukayesenin acısını mı çekiyordu? Hâlinde, ilk itiraflara elverişli bir kendini bırakmışlığı sezer gibi oldum: “Zor geçiyor bu günler!” dedim ona.
“Ruhumu okudunuz.” dedi bana. “Ama nasıl?”
“Birçok açıdan birbirimize benziyoruz.” diye yanıtladım. “Keder ve tutku konusunda ayrıcalıkları olan, duyarlılıkları büyük iç sarsıntılarının tümüyle titreşen ve gergin mizaçları nesnelerin özüyle sürekli uyum içinde yaşayan o ender varlıklar grubuna ait değil miyiz? Onları her şeyin uyumsuzluk içinde olduğu bir çevreye koyduğunuzda korkunç acılar çektiklerini göreceksiniz. Tıpkı hoşlarına giden düşüncelere, duyumlara ya da varlıklara rastladıklarında; tutkularının coşku doruklarına doğru yükseldiği gibi. Ancak felaketlerin, sadece aynı hastalıktan muzdarip ve birbirlerine tıpkı birer kardeş gibi benzeyen kavrayışlarla karşılaşan ruhların bildiği üçüncü bir durum da vardır bizler için geçerli olan. Ne iyiden ne kötüden etkileniriz bazen. O zaman içimizdeki koca boşlukta çalmaya başlar hisli bir org, sebepsiz yere duygulanır, gelişigüzel ezgiler çıkarır, sessizlikte yitip giden vurgular savurur. Öyle ki hiçliğin faydasızlığına başkaldıran bir ruhun içine düştüğü tüyler ürpertici bir çelişkidir bu. Nerede olduğu bilinmeyen bir yaranın kanaması gibi, gücümüzün tamamen tükendiği yorucu oyunlar. Seller gibi akıp giden duyarlılık, kulakları duymayan bir papaza günah çıkarmanın verdiği anlatılmaz melankolik izler… Böyle değil mi bizim ortak acılarımız?”
Ürperdi, gün batımını izlemeye devam ederken karşılık verdi: “Bu genç yaşınızda nasıl bilebiliyorsunuz tüm bunları? Yoksa bir zamanlar kadın mıydınız?”
“Ah!” dedim heyecanımı gizleyemediğim bir sesle. “Uzun bir hastalık gibi geçmiştir benim çocukluğum.”
“Madeleine öksürüyor!” dedi aceleyle yanımdan kalkarken.
Kontes sürekli olarak evine girip çıkmamdan iki nedenden dolayı rahatsız olmadı. Öncelikle, çocuklar gibi saftı, düşünceleri bu saflıktan hiç şaşmıyordu. Dahası, Kont’un eğlencesi hâline gelmiş, bu pençesiz ve yelesiz aslana yem olmuştum. Sonraları, şatoya gelmek için hepimize makul gelen bir neden bulmuştum. Tavla oynamayı bilmiyordum, Mösyö de Mortsauf öğretmeyi teklif edince hemen kabul ettim. Bunu kararlaştırınca Kontes bana “Kendinizi çok büyük bir tehlikenin kucağına atıyorsunuz.” dercesine merhamet dolu bir ifadeyle baktı. İlk başta hiçbir şey anlamasam da üçüncü gün nasıl bir yükümlülük altına girdiğimi fark ettim. Çocukluğumun meyvesi olan ve hiçbir şeyin yıldıramadığı sabrım, bu sınanma sürecinde olgunlaştı. Bana öğrettiği bir kuralı göz önünde bulundurmadığımda Kont, kendini insafsız alaylara kaptırmanın mutluluğunu yaşıyor; hamle yapmak için düşündüğümde