bir avcının hüzünlü sabrıyla yakalamak için ruhumu yaralayan, paramı alıp götüren bu alaylarla kuşatılmış partilere devam etmek gerekmiyor muydu? Güneşin çayırda yaptığı gölge oyunlarını, gökyüzündeki kurşuni bulutları, buğulu tepeleri ya da ay ışığının nehrin mücevherlerinde titremesini kaç kere izlemiştik. Yalnızca şu sözleri ederdik birbirimize:
“Gece ne kadar güzel!”
“Gece kadın gibidir, Madam.”
“Şu dinginliğe bakın!”
“Evet, burada bütünüyle mutsuz olmak mümkün değil.”
Bu yanıtım üzerine gergefine dönerdi. Onda, yerini arayan bir bağlılığın kıpırtılarını sezmeye başladım daha sonraları. Param kalmadığına göre tavla partilerine elveda demem gerekiyordu. Anneme para göndermesi için mektup yazdım, bunun üzerine beni azarladı ve yalnızca bir hafta idare edecek bir para gönderdi. Başka kimden isteyebilirdim? Söz konusu olan, benim hayatımdı! Böylece ilk büyük mutluluğumun bağrında, yakamı bırakmayan kederle yine karşı karşıya kalmıştım ama Paris’te, lisede yatılı okurken endişe yaratan yoksulluğumun acısını bir kenara bırakabilmiş, mutsuzluğumu pasifleştirmiştim etkisizleştirmiştim. Fakat Frapesle’de bu duygumun canlanmasıyla birlikte hırsızlık arzusunu, hayallerdeki suçları, ruhu kaplayan ve öz saygımızı yitirmemek için bastırmamız gereken o hoyrat öfkeleri tanıdım. Derin acımasız düşüncelerin, annemin cimriliğinin sebep olduğu bunalımların anısı, bana âdeta derinliğini görmek için uçurumun dibine gelip de aşağıya düşmeyenlerin gençlere gösterdiği erdemli hoşgörüyü kazandırdı. Soğuk terlerle beslenen dürüstlüğüm, hayatın aralandığı ve aktığı yatakta çakıllı kumların göründüğü anlarda güçlense de insanın adalet kılıcı bir insanın boynunu vurmak için her çekildiğinde, kendi kendime “Ceza yasalarını mutsuzluk nedir bilmeyenler çıkarmış.” derdim. Hayatımdaki her şeyin son raddesine geldiği bir noktada, Mösyö de Chessel’in kitaplığında tavla ile ilgili kaleme alınmış bir kitaba rastladım, iyice inceledim. Ev sahibim bana birkaç ders vermek istedi, bir önceki öğretmenime kıyasla daha yumuşak başlı biri olduğundan ilerleme kaydettim, ezberlediğim kuralları ve hamleleri uyguladım. Birkaç gün içinde boynuz kulağı geçmişti artık. Kazandığımda mizacı çirkinleşiyor, gözleri bir kaplanınki gibi ateşler saçıyor, yüzü buruşuyor, kaşlarını daha önce hiç görmediğim şekillerde indirip kaldırıyordu. Şımarık bir çocuk gibi yakınmaya başlıyordu. Bazen zarları fırlatıyor, öfkeye kapılıp tepiniyor, zar hokkasını ısırıyor, ağzına geleni sayıyordu bana. Bu hiddetli tepkiler bir süre sonra duruldu. Oyundaki üstünlüğü ele geçirdiğimde, mücadeleyi istediğim gibi yönlendirmeye başladım; berabere bitelim diye uğraşıyordum. Oyunun ilk yarısında kazanmasına müsaade ediyor, daha sonra da dengeyi kuruyordum. Öğrencisinin elde ettiği hızlı üstünlük, Kont’u dünyanın sonunun gelmesinden daha çok şaşırtıyordu. Ne var ki bunu asla dillendirmedi. Tavla partilerimizin değişmez sonucu zihninde yeni düşüncülerin şekillenmesine yol açtı.
“Kuşkusuz…” diyordu. “Zavallı başım ağrıyor. Kafam karıştığından oyunun sonuna doğru hep siz kazanıyorsunuz!”
Tavla oynamasını bilen Kontes, daha ilk oyundan benim taktiğimi anlamış ve davranışımda gösterdiğim yoğun şefkati sezmişti. Anlattığım bu ayrıntılar yalnızca tavlanın korkunç zorluklarını bilenlerin kavrayabileceği türdendi. Bu küçücük ayrıntıda neler saklı değildi ki! Ama aşk, tıpkı Bossuet’nin tanrısı gibi, yoksuldan gelen bir bardak suyu, ölen meçhul askerin gösterdiği çabayı en ihtişamlı zaferlerden daha üstün tutar. Kontes, çocuklarına baktığı gibi bana bakıp körpe yüreğimi titreten sessiz teşekkürlerinden birini gönderdi. O mutlu akşamdan sonra benimle konuşurken hep yüzüme baktı. O gün şatodan ayrılırken nasıl hissettiğimi anlatamam. Ruhum bedenimi soğurmuştu, ağırlığımı hissetmiyordum, sanki yürümüyor uçuyordum. Tıpkı “Elveda Mösyö!” deyişinin, ruhumda Paskalya ilahisinin yankılanmasına neden olması gibi, benliğimi aydınlatan o bakışını hissediyordum. Yeni bir hayata doğuyordum. Onun için bir anlam ifade ediyordum artık! Lal rengi çarşaflarda uyudum o gün. Kapalı gözlerimin önünden geçen ve birbirini takip eden alevler, yanmış kâğıdın üzerinde uçuşan sevimli ateş böceklerini andırıyordu. Rüyalarımda, nasıl olduğunu bilemediğim bir şekilde sesi dokunulur oluyordu, ışık ve güzel bir kokuyla beni saran havada ruhumu okşayan bir ezgi hâlini alıyordu. Ertesi gün bana olan hislerini anladım beni karşılamasından, sesindeki gizemleri kavramaya başladım o andan itibaren. O gün hayatımda unutulması imkânsız, en anlamlı günlerden biriydi. Akşam yemeğinden sonra tepelerde dolaştık, taşlık, kuru, bereketsiz bir toprakta hiçbir bitkinin yetişemeyeceği bir araziye gittik buna rağmen birkaç meşe ağacı, çobanpüskülü ve akdikenlerle kaplı çalılıklar vardı; ot yerine, kızıl güneşin ışınlarıyla allanan, üzerinde ayakların kaydığı kenarları tırtıklı yosundan bir halı uzanıyordu. Destek olmak için Madeleine’in elinden tutuyordum, Madam de Mortsauf ise Jacques’ın koluna girmişti. Önümüzden yürüyen Kont, arkasını dönüp bastonunu yere vurduktan sonra korkutucu bir ses tonuyla: “İşte benim hayatım! Ah! Tabii ki sizi tanımadan önceki hayatım.” diye de ekledi sonradan karısına bakıp af dilercesine. Kontes’in yüzünü düşüren gecikmiş bir aftı bu. Böyle bir darbeyle hangi kadın bocalamaz?
“Ne harika kokular ve ne güzel ışık oyunları saklı burada böyle!” diye atıldım hemen. “Bu fundalığın benim olmasını isterdim, kim bilir belki de burayı kazar hazineler bulurdum ama benim için en büyük zenginlik, sizin komşuluğunuzdur. Hem göze böylesi bir şölen yaşatan, ruhun dişbudaklar ve kızılağaçlarla arındığı bu yılankavi nehrin süslediği manzaranın yanında parayı kim önemser? Zevkler ne kadar eşsiz görüyorsunuz, değil mi? Size göre burası ekime uygun olmayan bereketsiz bir arazi, bana göre ise bir cennet.”
Bakışıyla teşekkür etti bana Madam de Mortsauf.
“Şairane sözler bunlar!” dedi Kont yüzünü buruştururken. “Burası sizin adınızı taşıyan birine ait olabilecek bir yer değil.” Kendi sözünü yarıda kesip: “Azay’ın çanlarını duyuyor musunuz? Ben gayet iyi duyabiliyorum.” diye devam etti.
Madam de Mortsauf ürkek bakışlarla bana baktı, Madeleine ise elimi sıktı.
“Dönünce bir tavla partisi vermek ister misiniz?” dedim Kont’a. “Zarların tıkırtısı, çanların gürültüsünü işitmenize engel olacaktır.”
Havadan sudan konuşarak Clochegourde’a döndük. Kont ağrılarından üstünkörü bahsediyordu. Salona geldiğimizde, tasvir edilemez bir kararsızlık sardı ikimizi. Koltuğa gömülen Kont dalıp gitmişti, hastalığının belirtilerini iyi bilen ve nöbetlerinin yaklaştığını sezen karısı onun dikkatini dağıtmamaya özen gösteriyordu. Onun gibi, ben de tek bir kelime etmedim. Gitmemi rica etmemesi, tavla partisinin Kont’u neşelendireceğini ve canından bezdiği o nüksetmelerin lanetli sinirsel gerginlikleri dağıtacağını sanmasından kaynaklanıyordu belki de. Hiçbir şey, o zamana dek büyük bir şevkle oynadığı tavla partisine başlatmak kadar güç olamazdı. Nazlı bir sevgili gibi, oynamak istiyor gibi görünmemek için ona yalvarılmasını, diretilmesini istiyordu. Keyif aldığım bir sohbette kendimi kaybedip abartılı ricalarımı unutacak olsam hemen suratını asar, sert ve kırıcı sözler söyleyerek söylediğim her şeye karşı çıkardı. Keyifsiz olduğunu fark edip ona tavla oynamayı teklif ettiğimde ise önce nazlanır daha sonra “Saat de iyice geç olmuş, hem aklımda yoktu tavla oynamak.” diyordu. Öyle ki en sonunda gerçek arzularını dillendirmeyen o kadınlar gibi yapmacık davranışlar sergiliyordu. Karşısında gururumu ayaklar altına alıyor, ara verdikçe becerilerimi kaybedeceğimden benimle oynaması için yalvarıyordum ona. Bu kez, onu oynamaya ikna etmek için delice bir