artık usanç getirdiği için Berto’ya gitmekten vazgeçti. Heloise büyük bir sevgi coşkunluğunun hıçkırıkları ve öpücükleri arasında onu kitaba el bastırarak bir daha oraya gitmeyeceğine yemin ettirmişti. O da buna karşı boyun eğdi; fakat azgın bir istek şu miskince hareketini protesto ettiği için bön bir felsefe ile hükmetti ki onu görmekten alıkonulması demek, onu sevme hakkının kendisine verilmesi demekti. Hem bu dul kadın pek zayıftı ve dişlekti. Bir ucu kürek kemiklerinin arasından sarkan siyah bir omuz atkısı dört mevsimde sırtından düşmezdi. Kuru vücudu roplarının içinde kılıfa sokulmuş gibi dururdu. Topuk kemiklerini meydanda bırakan kısa roplarının altında geniş ayakkabılarının bağları, gri çoraplarının üstünde çaprazlanırdı.
Charles’ın anası, ara sıra onları görmeye gelirdi. Fakat birkaç gün kalınca kadın gelinin fitine uyar, ikisi birlik olur, Charles’ı enine boyuna çekiştirirler, çekiştirmeye bahane ararlardı; bu kadar çok yemesi doğru değildi! Rast gelene de içki ikram olunur muydu? Fanila giymemekte bu ne kadar inatçılıktı!
Bir ilkbahar başlangıcında Dul Dübük’e ait tahvilatı elinde tutan bir Enguvil noteri, kadının mevcut parasını da yanına alarak denizin güzel bir yükselişinde vapura binip yollandı. Gerçi Heloise’in sorumluluğunda bundan başka aşağı yukarı altı bin frank değerinde bir gemi hissesi ile Saint-Fransuva Sokağı’nda bir de evi vardı. Fakat şişirilerek büyütülen bütün o servetten eve gelen, biraz mobilya ile elbise ve çamaşırdan ibaretti. İşin aslını meydana çıkarmak lazım geldi. Meğerse Diyep’teki ev haciz altında temellerine kadar kurtlanmış. Notere emanet ettiği servete gelince; aslı var mı yok mu, onu da Tanrı’dan başka bilen yoktu. Gemideki hissesi ise hiçbir vakit bin eküyü geçmedi. O hâlde kadıncağız yalan söylemişti. O zaman Mösyö Bovary’nin babası öfkesinden eline geçen bir iskemleyi yere çarpıp kırarken böyle koşumu kadar değeri olmayan cansız bir beygire eş yaparak bir tanecik oğullarının bedbahtlığına sebep olduğu için karısına atıp tuttu. Oradan Tost’a geldiler, meseleler meydana çıktı. Kavgalar, gürültüler oldu. Heloise konuşurken gözyaşları içinde kocasının kolları arasına atılarak akrabalarına karşı onu müdafaa etmesi için yalvardı. Charles, ondan yana çıkınca ötekiler de darılıp gittiler.
Fakat mermi hedefine isabet etmişti. Sekiz gün sonra kadın avluda çamaşır sererken öksürükle kan tükürmeye başladı. Ertesi gün de Charles, penceresinin perdesini kapamak için sırtını döndüğü sırada karısı: “Ah! Aman Tanrı’m!” diye bir kere haykırdı ve kendinden geçti. Kadın son nefesini vermişti! Ne şaşılacak şey!
Mezarlıkta her şey olup bittikten sonra Charles evine geldi. Aşağıda kimse yoktu, yukarıdaki kata çıktı. Odada karyolasının bulunduğu hücrede onun elbisesini gördü. Hâlâ orada asılı duruyordu. O zaman yazı masasına dayanarak acı düşünceler içinde akşamı etti. Kim ne derse desin kadın kendisini sevmişti.
3
Bir sabah Baba Ruolt, kırılan bacağının tedavi ücreti olarak Charles’a yetmiş beş frank ile bir de hindi getirdi. Acı haberi duymuştu. Elinden geldiği kadar onu avuttu. Omzuna vurarak:
“Ben bunu bilirim…” diyordu. “Ben de tıpkı sizin gibi oldum. Zavallı karıcığımı kaybettiğim vakit, tek başıma kalmak için kırlara, sahralara düşerdim. Bir ağacın dibine çöker, orada ağlar, Tanrı’ya karşı haykırır, saçma sapan şeyler söylerdim. Dallarda köstebekleri görür ‘Ah, keşke ben de bir köstebek olsaydım.’ derdim. Böyle derken düşünürdüm ki benden başka niceleri o esnada güzel karıcıklarıyla sarmaş dolaş olmuş çifte kumrular gibi yaşıyorlar. O zaman deli gibi olur, bastonumu yerlere çarpar, ağzıma bir şey koymazdım. İnanmazsınız, yalnız başıma gidip bir gazinoda oturma düşüncesi bile beni tiksindirirdi. Eh… Sonra sonra, yavaş yavaş, günler birbirini kovaladıkça, kışların ardı sıra baharlar, yazların ardı sıra güzler geldikçe hayat kırıntı hâlinde, damla damla akarken onu da beraber götürdü; götürdü diyemem çünkü nasıl anlatayım, tortusu gene ağır bir taş gibi, şurada, tam göğsümün ortasında oturuyor. Bununla beraber, mademki hepimizin tecellisi budur, kendini bütün bütün bırakmak, harap etmek… Başkaları öldü diye ölmek, bu da doğru değil. Biraz kendinize hâkim olunuz Mösyö Bovary; herhâlde bu da geçecektir. Ara sıra bize geliniz. Biliyor musunuz, kızım sizi vakit vakit düşünüyor ve kendisini artık unuttuğunuzu söylüyor. Önümüz bahar… Gelin, size bir tavşan dolması yapalım, biraz vakit geçiririz, eğlenirsiniz.”
Charles söz dinledi, Berto’ya gitti ve her şeyi beş ay evvel nasıl bıraktıysa öyle buldu. Armutlar artık çiçek açmıştı. Saf yürekli Ruolt oturmuyor, gidiyor, geliyor ve onun bu hamaratlığı çiftliği canlandırıyordu.
Şu acılı zamanda doktora mümkün olduğu kadar nezaket göstermeyi bir vazife saydığından ona hastaymış gibi yavaş sesle söz söylüyor, şapkasını çıkarmamasını rica ediyor, hatta onun için hususi bir surette muhallebi veya külde pişmiş armut gibi hafif yiyeceklerin hazırlanmamış olmasına öfkelenmiş gibi görünüyordu. Charles, kendini tutamayıp hemen hemen gülecekti. Fakat birdenbire karısını hatırlayınca üstüne bir mahzunluk çöktü. Sonra kahve geldi ve ona karısını unutturdu.
Yalnız yaşamaya alıştıkça onu daha az hatırlıyordu. Hiçbir karışanı görüşeni olmamasının verdiği zevk çok geçmeden ona yalnızlığı daha kolay hazmettirmeye başladı. Şimdi artık yemeğini istediği zaman yiyor, kimseye hesap vermeden geliyor, gidiyor, yorgun olduğunda enine boyuna yatağına uzanıp dinleniyordu. Artık canının kıymetini biliyordu. Ona bir şımarıklık geldi. Kendisine verilen nasihatleri kabul etmişti. Diğer taraftan karısının ölmesi pek işe yaramadı da değil. Çünkü bir ay ardı arkası kesilmeden “Zavallı genç! Ne yazık!” diye adı çalkalandı durdu. Adını duymayanlar da bu vesileyle adını duymuş oldu. Kendisini arayanlar çoğaldı. Sonra Berto’ya istediği zaman gidebiliyordu. Orada onun hedefsiz umduğu belirsiz bir saadeti vardı. Aynanın karşısında favorilerini tararken kendini daha güzelleşmiş buluyordu.
Bir gün çiftliğe saat üçe doğru geldi; herkes tarladaydı. Mutfağa girdi, önce Emma’yı görmedi. Kepenkler kapalıydı. Bunların aralıklarından giren güneş yerlere ince, uzun çizgiler çiziyor, bu çizgiler eşyanın köşelerinde kırılıyor ve tavanda titriyordu. Sofranın üstünde sinekler boş kalan şarap kadehlerine konuyor yahut içine düşüp di binde kalan elma şarabında vızıldayarak boğuluyordu. Şömineden inen aydınlık, isli plakayı kadifelendirerek soğuk külleri mavimsi bir renge boyuyordu. Pencere ile ocağın arasında Emma dikiş dikiyordu. Boynunda atkısı yoktu. Çıplak omuzları terlemişti.
Köyde âdet olduğu üzere misafirine içeceği bir şey ikram etmek istedi. Charles reddetti. O, üsteledi. Karşılıklı birer likör içmelerini gülerek teklif etti ve cevabını beklemeden dolaptan bir portakal likörü şişesi ile iki küçük kadeh çıkardı. Konyakla portakal kabuğundan yapılan bu likörden Charles’ın kadehini ağzına kadar doldurdu. Biraz da kendi kadehine koydu, kadehleri tokuşturduktan sonra genç kız, kadehini dudaklarına götürdü ve dilini ıslatan şarabı alabilmek için başını arkaya devirdi; böyle baş arkada, dudaklar uzanmış, gerdanı meydana çıkmış bir hâlde fıkır fıkır gülerek içtiğinden bir şey anlamadığını söylerken inci dişlerinin arasından sivri dilinin küçük hamleleriyle kadehin dibini yalıyordu.
Yerine oturdu. İşini tekrar eline aldı. Beyaz bir tire çorap tamir ediyordu. Şimdi başını önüne eğmiş, sesini çıkarmadan işi ile meşguldü. Charles’ın da hiç sesi çıkmıyordu. Kapının altından giren rüzgârın baş döşemeye sürüklediği toz tanelerine bakıyor ve sadece, avluda yumurtlayan bir tavuğun uzaktan gıdaklamasını ve başının, içeriden zonklamasını dinliyordu. Emma, büyük ocak ızgarasının demir topuzlarına