Гюстав Флобер

Madam Bovary


Скачать книгу

köpeği imrenerek hayal etmişti. Hele Paul gibi, çan kulesi kadar yüksek ağaçlardan, sizin için olgun yemişler toplayan yahut yalın ayak kumlarda koşarak size bir kuş yuvası getiren, küçük kardeş hayali ne kadar cezbediciydi.

      On üçüne bastığı vakit babası onu kendi eliyle manastıra götürdü. Saint-Gervais Mahallesi’nde bir otele indiler. Yemekte önlerine getirilen tabakalarda boyalı bazı tarihî resimler vardı. Bunların bıçak darbeleriyle ötesinden berisinden kesilen efsanevi şerhleri hep dinî, kalbin inceliklerini ve sarayın şatafatlarını kutluyordu.

      Önceleri manastırda canı sıkılmak şöyle dursun iyi kalpli sörlerin sosyetesinden hoşlanmıştı bile. Onlar onu eğlensin diye, yemekhaneden uzun bir koridorla gidilen Şapel’e, küçük kiliseye götürürlerdi. Paydoslarda pek az oynar, din kitabını iyi anlar ve köy papazı yardımcısının sorduğu güç suallere cevap veren hep o olurdu. Başlarında bakır istavrozlu marabet şapkası bulunan o beyaz tenli kadınların arasında ve sınıfların ılık atmosferi içinde geçen daimi hayatı onu yavaş yavaş mihrabın mabet kokularından, kutsal su kaplarının serinliklerinden ve mumların titrek alevlerinden yayılan mistik bir ha va ile uyuşturmuştu. Mes ayinine gideceğine kitabında lacivert bir hale ile çevrilmiş olan dinî resimlere bakar, bu resimlerdeki hasta kuzuyu, sivri uçlu oklarla delinmiş kutsal kalbi ve çarmıha doğru giderken yere düşen zavallı Mesih’i (İsa’yı) görmek hoşuna giderdi. Nefsini köreltmek için bir gün hiçbir şey yememeyi denedi. Kafasının içinde, adayacağı bir adak arıyordu.

      Günah çıkarmaya gittiği vakit, ellerini bitiştirip diz çökerek ve papazın fısıltıları arasında yüzünü parmaklığa dayayarak o loş yerde daha fazla kalmak için bazı ufak tefek suçlar uydururdu. Vaazlarda geçen semavi, nişanlı, karı koca, âşık ve ebedî evlenişlerin mukayesesi ruhunun derinliklerinde umulmadık tatlılıklar uyandırırdı.

      Akşam duasından evvel etüt odasında dinî bir parça okumak âdetti. Hafta arasında bu parça kutsal tarihten yahut rahip Froy-Sinus’un konferanslarından, pazar günleri de paydoslarda “Hristiyanlığın dehası”na ait parçalardan yapılırdı.

      Yeryüzünün ve sonsuzluğun bütün yansıyan seslerinde tekrarlanan romantik melankolilerin yüksek sesli haykırışlarını ilk defalarda o, nasıl da dinledi! Eğer onun çocukluğu esnaf mahallesinde, bir dükkân arkasında geçmiş olsaydı, tabiatın bize hep yazarların ifadesiyle gelen lirik hamlelerine karşı belki de kalbi açık bulunacaktı. Fakat o köy hayatını lüzumundan fazla tanımıştı; sürü sürü koyunların melemesi, sütten yapılan şeyler, araba işleri ona yabancı değildi. Bu durgun hayata alışan ruhunda bilakis dalgalı manzaralar görme özlemi vardı. Denizi ancak fırtınaları olduğu için severdi. Ve yalnız harabeler arasına serpilmiş olan yeşilliklerden hoşlanırdı. O, peyzaj değil, heyecan aradığı ve artist olmaktan ziyade, duygulu bir mizaca sahip olduğu için, her şeyden kalbine bir çeşit kazanç çıkarmaya çalışıyor ve kalbin alışverişine yaramayan şeyi atıyordu.

      Manastırın çamaşır işlerini görmek üzere her ay gelip sekiz gün kalan bir ihtiyar kız vardı. Devrim zamanında fakir düşmüş eski bir asilzade ailesine mensup olduğu için başpiskopos tarafından himaye edilmekte olan bu yaşlı kız yemekhanede sörlerin masasında ye meğini yer ve işine çıkmadan evvel de onlarla kısaca laflardı. Çok kere onu görmek için pansiyonerler etüt odasından kaçarlardı. O, bir taraftan dikişiyle meşgul olurken bir taraftan da geçen asra ait bildiği çapkınca şarkıları hafiften mırıldanırdı. Masal anlatır, size havadis getirir, şehirdeki işlerinizi başarır ve işten fırsat buldukça ara sıra kendisinin de can atarak okuduğu ve daima önlüğünün cebinde taşıdığı romanları gizlice büyük kızların eline tutuştururdu. Bu romanlar hep aşktan, kadın erkek âşıklardan, ücra köşklerde bayılıp kalmış, üstüne düşülen kibar bayanlardan, her menzilde öldürülen posta sürücülerinden, sık sık, hemen her sayfada çatlatılan atlardan, loş ormanlardan, kalp üzüntülerinden, yeminlerden, hıçkırıklardan, gözyaşlarından, öpücüklerden, mehtaptaki sandal sefalarından, koruların bülbüllerinden, aslan gibi, aslan yürekli fakat kuzu gibi uysal ve görülmemiş biçimde erdemli, her zaman şık giyinen ve bir testi sızıntısı gibi sessiz ağlayan erkeklerden bahsederdi. Emma daha on beşindeyken altı ay ellerini bu çeşit bir okuma odasının tozlarına buladı. Daha sonra Walter Scott’la beraber tarihî şeylere merak saldı. Sepet sandıklarını, muhafızlar koğuşunu, Orta zamanın saz şairlerini hayal etti.

      Geniş malikâneleri içine gömülmüş eski bir konakta yaşamak, yonca şeklinde yapraklarla süslü gotik kubbeler ve kemerler altında bir eli çenesinde dirseğini balkonun taş parmaklığına dayayarak uzaktan siyah ata binmiş beyaz sorguçlu bir süvarinin gelmesine dalıp bakan bir derebeyi karısının hayatını sürmek ona tatlı geliyordu. O esnada Marie Stuart’a tapınırcasına bağlandı. Meşhur ve talihsiz kadınlar hakkında derin bir heyecan ve saygı duydu. Jeanne d’Arc, Heloise, Anges Sarel, Güzel La Belle Ferroniere ve Clemens İzor ona göre tarihin karanlık boşluğunda parlayan birer kuyruklu yıldızdı. O semanın ötesinde berisinde, aralarında hiçbir ilişki olmayan, biraz daha gölgede kalmış simalar vardı: Meşe ağacıyla beraber Saint Louis, ölüm hâlinde Bayard, XI’inci Lois’nin bazı vahşetleri, bir parça Saint Barthélemy, Bearnais’nin sorgucu ve içinde XIV’üncü Lois’nin övgüsü bulunan tabakaların sönmez hatırası.

      Müzik dersinde söylediği şarkıların güfteleri hep altın kanatlı meleklerden, Meryem Ana’ya ait tasvirlerden, küçük göllerden, Venedik gondollarını kullanan sandalcılardan ibaretti. Yatıştırıcı, zararsız kompozisyonlar ki güftelerinin saçmalığı ve bestelerinin manasızlığı ile beraber ona karanlık odalarda gösterilen cazibeli hayaller nevinden geliyordu. Bazı arkadaşları dışarıdan aldıkları hediyelik resimli kitapları gizlice içeri getirirlerdi. Bunları saklamak bir mesele idi. Ancak yatak koğuşunda okuyabilirlerdi. İpekli güzel ciltleri itina ile evirip çevirirken Emma’nın kamaşan gözleri sık sık bunların, Vikont veya Vikontes diye imzalanan meçhul yazanları üzerinde dururdu.

      Resimlerin üzerindeki ince ipek kâğıt, nefes alışı ile yarı bükülerek kalkıp sonra gene sayfanın üstüne düşerken o, içinde bir ürperme duyardı. Mesela resimde kısa ceketli bir delikanlı, balkonun parmaklığı arkasında beyaz roplar giyinmiş, belinde bir kese asılı genç bir kızı kucaklamış. Yahut bunlar, yuvarlak hasır şapkalarının altında kumral saçlarının büklümleriyle, isimleri meçhul İngiliz kadınlarıdır ki açık mavi iri gözleriyle size bakarlar. Onların içinde arabaya kurularak parkların içinden geçenler vardır. Beyaz külotlu iki küçük seyisin tırıs götürdüğü arabanın önü sıra bir tazı seğirtmektedir. Bazıları da açılmış bir mektup zarfının yanında, divana uzanmış, yarı inik siyah perdeli bir pencereden aya bakarak hayallere dalmışlardır. İçlerinde daha safları vardır ki yanaklarında gözyaşı, gotik bir kuş kafesinin telleri arasından içindeki kumru ile gagalaşır ya da başı bir omzuna doğru eğilmiş, gülümseyerek ucu yukarı kalkık ince parmaklarıyla bir papatyayı yolmakla meşguldür. Ve sizler… Ey güzel bakirelerin kollarıyla örülmüş çardaklar altında kendinden geçen uzun çubuklu sultanlar, ey Türk kılıçları, Rum fesleri, ey gâvurlar, hele sizler, ey gazeller diyarına ait, rengi uçmuş peyzajlar ki bize hurma ve çam ağaçlarını bir arada gösterirsiniz, sağ tarafta kaplanlar, solda bir aslan, ufukta Tatar ülkesinin minareleri, ilk planda Romalılar devrinden kalma harabeler, sonra çökmüş develer ve bunların hepsini çerçeveleyen iyice temizlenmiş bakir bir ormanla, tepeden inme bol bir güneşin hafifçe içinde titrediği bir su ve bu suyun gri çelik zemini üstünde uzaktan uzağa beyaz birer leke gibi beliren kuğular…

      Emma’nın başı üstünde duvara asılı bir lamba ile aydınlanan bütün bu dünya tabloları, yatakhanenin sessizliği ve hâlâ bulvarlarda giden gecikmiş bir arabanın uzaktan uzağa gelen tekerlek sesleri içinde, birer birer gözünün