önlerinde durup konuşarak aralarındaki yaş farkına, çehre ve kıyafet farkına rağmen, hâllerindeki ailevi hususiyetle orada bulunanlardan ayrılıyorlardı.
Daha biçimli olan elbiselerinin yumuşak bir kumaştan olduğu anlaşılıyor, şakaklara doğru kıvrılan saçları daha iyi bir pomata ile parlıyordu. Onlarda zenginlik rengi vardı; porselenlerin soluk benzini, ipeklilerin harelerini, kıymetli eşyanın cilasını daha parlak gösteren o beyaz ten rengi ki sağlamlığında nefis yemeklerin ihtiyatlı rejimini ifade eder. Basık boyun bağları üstünde başlarını kolaylıkla iki tarafa döndürebilen bu adamların favorileri, devrik yakalarına kadar iniyordu. Ucuna büyük bir marka işlenmiş mendilleri ile ağızlarını sildikleri vakit hoş bir koku çıkardı. Yaşlanmaya başlamış olanlarda bir genç hâli görülürken gençlerin yüzünde bir olgunluk nişanesi belirirdi. Kayıtsız bakışlarında günü gününe tatmin edilmiş ihtirasların ferahlılığı dalgalanır ve tatlı muameleleri arasında öyle kabaca bir sertlik belirirdi ki bu sertliği cins atların kullanılışı ve düşmüş kadınların sosyetesi gibi kuvvetin rol oynadığı fırsatlar veya gösteriş meylini tatmin eden yarı kolay işler verir.
Emma’nın üç adım ötesinde bir kavalye, inciler takınmış soluk benizli bir kadına İtalyanca olarak Saint-Piyer kilisesi direklerinin kalınlığını, Tivoli’yi, Vezü’yü, Kastellamar’ı ve Kasinleri, Ceneve’nin güllerini, Kolize’nin mehtaplarını övüyordu. Emma öbür kulağı ile de anlamadığı kelimelerle dolu bir konuşmayı dinliyordu. Orada pek genç bir delikanlının etrafını sarmışlardı. Bu delikanlı bir hafta evvel Miss Arabel ile Romüllüs’ü yenmiş, İngiltere’de bir hendek atlamakla iki bin lira kazanmıştı.
Biri, koşu atlarının fazla semirdiklerinden, öbürü, atının ismini yanlış basan matbaa yanlışlıklarından şikâyet ediyordu.
Balonun havası ağırlaşıyor, lambalar sararıyordu. Herkes bilardo salonuna dönüyordu. Hizmetçilerden biri bir sandalyeye çıkarak iki cam kırdı. Onun şangırtısına başını çevirdiğinde Madam Bovary camların arkasından bahçede, baloyu seyreden köylülerin yüzlerini gördü. O zaman Berto’yu hatırladı. Çiftlik, çamurlu su birikintisi, elmaların altında bluzu ile gezinen babası gözünün önüne geldi. Orada kendi kendisini de, eskiden olduğu gibi, süthanedeki süt kaplarından parmağıyla sütlerin kaymağını alırken görüyordu. Fakat şimdi bulunduğu âlemin parıltıları arasında o zamana kadar temizliğini muhafaza etmiş olan geçmiş hayatı tamamıyla siliniyor ve o hayatı yaşamış olduğundan bile şüpheye düşüyordu. Kendisi, bütün canlılığıyla oradaydı ve orada balonun parıltılarından başka bir şey yoktu. Onun dışında kalan her şey örtülmüş, karanlıkta kalmıştı. Elinde altın kaplama gümüş bir dondurma kadehi içinde İtalya’nın marasken denilen ekşi kirazından yapılmış dondurmasını yerken bunları düşünüyor ve dondurma kaşığı dişlerinin arasında, gözlerini hafifçe kapıyordu.
Kadınlardan biri yelpazesini kanepenin arkasına düşürdü. Dans eden erkeklerden biri geçiyordu.
Kadın ona bakarak:
“Beyefendi…” dedi. “Şu kanepenin arkasına düşen yelpazemi alırsanız ne kadar minnettar olacağım!”
Adam, kanepenin arkasına doğru eğilirken şapkasını tuttuğu eli, vücuduyla bir köşe yaparak açılmıştı. O sırada Emma, genç kadının elinde tuttuğu muska biçiminde bükülmüş beyaz bir şeyi, şapkanın içine bıraktığını gördü. Yerden yelpazeyi alan mösyö, saygıyla eğilerek onu kadına uzattı. O da bir baş işaretiyle teşekkür ettikten sonra elindeki buketi koklamaya başladı.
Bol İspanya ve Ren şaraplarıyla, ıstakoz ezmesi çorbaları, badem ezmeleri, Trafalgar pudingleri ve etrafındaki donmuş elmasiyeleri koca tabaklarda titreyen, çeşit çeşit soğuk etleriyle gece yemeği artık sona erince arabalar yolcularını alıp birbiri ardı sıra gitmeye başladılar. Muslin perdenin bir köşesi açılınca bu arabaların karanlıkta parlayan fenerleri sarı ışıklarıyla görülüyordu. Oturanlar azaldı. Oyun masasında birkaç oyuncu daha kalmıştı; mızıkacılar parmaklarının ucunu ağızlarına götürerek üflüyor, ateşini alıyorlardı. Charles, sırtını bir kapıya dayamış uyukluyor gibiydi.
Sabahın saat üçünde sonuncu dans, kotiyon başladı. Emma, vals bilmiyordu. Herkes, hatta Matmazel Anderviliye ve Markiz vals yapıyorlardı. Şatonun on iki kadar misafirinden başka kimse yoktu.
Bununla beraber, kendisine teklifsizce Vikont denilen ve pek açık yeleği göğsüne yapışmış gibi duran bir genç geldi, ikinci defa olarak Emma’yı dansa davet etti. Onu idare edeceğini ve pekâlâ işin içinden çıkabileceğini söylüyordu.
Önce yavaş başladılar, sonra gittikçe hızlandılar. Dönüyorlardı ve her şey onların etrafında dönüyordu; lambalar, mobilyalar, lambriler ve parkeler tıpkı bir mihver üstünde dönen disk gibi dönüyordu. Kapıların yanından geçerken Emma’nın robu kavalyesinin pantolonuna dolaşıyor, bacaklar birbirinin arasına giriyor. Delikanlı gözlerini genç kadına eğiyor, onun gözleri delikanlının gözlerini buluyor ve vücuduna bir uyuşukluk geliyordu. Daha fazla dans edemeyecekti, durdu. Vikont daha hızlı bir hareketle onu çekip götürdü. Kimsenin göremeyeceği bir yere, dehlizin öbür ucuna kadar gittiler. Orada, nefes nefese, Emma az kaldı düşecekti. Bir aralık başını delikanlının göğsüne dayadı. Dinleniyorlardı. Sonra gene, fakat daha yavaş, döne döne delikanlı damını yerine götürdü. Emma’nın dinlenmeye ihtiyacı vardı. Başını arkaya, duvara dayadı. Bir eliyle gözlerini kapadı.
Açtığı vakit salonun ortasında tabureye oturmuş birini gördü. Önüne üç erkek çömelmiş, kendisini dansa davet ediyorlardı. Onlardan biri de Vikont’tu. Kadın, onu seçti ve keman, dans havasıyla, tekrar ortalığı çınlatmaya başladı.
Herkes onlara bakıyordu. Geçiyor, gidiyor, gene geliyorlardı. Kadın çenesini öne eğmiş, dik duruyor, Vikont hep aynı pozda, vücudu öne eğimli, dudakları ileride, kol çepeçevre… Bu kadın, öbürü gibi değil, mükemmel vals biliyordu! Başkaları hemen yorulduğu hâlde onlar uzun müddet devam ettiler.
Birkaç dakika daha konuşuldu ve geceler hayır olsun, daha doğrusu sabahlar hayır olsun dendikten sonra şato misafirleri yatak odalarına çekildiler.
Charles, yerde sürünerek gidiyordu. Sanki dizleri karnına girecekti. Çok yorgundu. Masaların başında ara vermeden beş saat ayakta durmuş, hiçbir şey anlamadığı hâlde vist oynayanları seyretmişti. Onun için botlarını çıkardığında geniş bir nefes aldı.
Emma kocasının omuzlarına bir atkı koyduktan sonra pencereyi açtı ve dirseklerini dayadı.
Gece karanlıktı… Damla damla yağmur düşüyordu… Göz kapaklarına serinlik veren nemli havayı ciğerlerine çekti. Dans havası, balonun müziği hâlâ kulaklarında uğulduyordu. Az zaman sonra bırakıp ayrılacağı bu lüks hayatı biraz daha uzatmak için kendini uyanık tutmaya çalışıyordu.
Tan yeri ağarmaya başladı. Emma, şatonun pencerelerine uzun uzun baktı. Gördüğü kimselerin odalarının hangileri olabileceğini kestirmeye çalıştı. Onların ne hâlde olduklarını bilmek, içlerine girmek, onlara karışmak istiyordu. Fakat soğuktan da titriyordu. Soyundu. Büzülüp yorganın altında Charles’a sokuldu. Charles uyuyordu.
Kahvaltı kalabalık oldu. On dakika sürdü. Likör namına hiçbir şey yoktu. Hekim buna pek şaştı. Matmazel Andervidiye çörek kırıntılarını bir sepete koyarak havuzda yüzen kuğulara götürdü. Sonra sıcak limonluğu görmeye gittiler. Orada acayip şekillerde dikenli, tüylü bitkiler, askılı saksılarda kat kat piramitler vücuda getiriyor ve ağzına kadar dolu yılan yuvaları gibi bu saksılardan taşıp sarkan uzun yeşil kordonların birbirine dolaştığı görülüyordu.
Limonluğun bir ucunda