ev sahipleri Marki ve Markiz’e teşekkür ederek vedalaştılar. Araba yola çıktı. Tost’a gidiyorlardı.
Emma sessiz, tekerleklerin dönüşüne bakıyordu. Charles peykenin ta kenarına oturmuş, kollarını açarak dizginleri idare ediyor ve küçük beygir, kendisine bol gelen okların arasında eşkin tırıs yapıyordu. Gevşek dizginler hayvanın köpük içinde kalan kıçına çarparken, arabanın arkasına bağlanmış olan çekmece de yanındaki sandığa muntazam darbelerle vurdukça büyük gürültü çıkarıyordu.
Tibuvil tepelerinde idiler. Önlerinden, ağızlarında sigara olan birtakım atlılar geçti. Emma, bunların arasında Vikont’u tanır gibi oldu. Başını çevirdiği vakit hayvanların tırıs veya dörtnala gidişine göre, değişik çapta eğilip kalkan başlarının bu hareketlerinden başka birşey göremedi.
Bir çeyrek fersah daha gidildikten sonra nasılsa kopan arka kayışın iplerle tamiri için, mola vermek lazım geldi.
Charles koşumlara son bir göz attığı sırada, hayvanın ayakları arasında bir şey gördü, eğilip aldı. Bu bir sigara kutusu idi, kenarı yeşil bir ipekle çevrilmiş olan bu kutunun kapağında, araba kapılarında görüldüğü gibi bir arma vardı.
“İçinde iki de sigara var.” dedi. “Bu akşam, yemekten sonra işe yarar.”
Karısı sordu:
“Sen sigara içiyor musun?”
“Ara sıra, fırsat buldukça…”
Kutuyu cebine koydu ve midillinin üstünde kamçısını şaklattı. Eve geldikleri vakit akşam yemeği için hiçbir hazırlık bulamadılar. Madam kızdı. Nastasie aksi aksi cevap veriyordu.
Bunun üzerine Emma, hizmetçiyi evden kovdu:
“Hemen şimdi çıkıp gideceksiniz.” dedi. “Hesabınızı kesiyorum.”
Yemekte soğanlı çorba ile biraz dana eti ve kuzu kulağı vardı. Karşı karşıya oturdukları vakit Charles ellerini ovuşturarak hâlinden memnun:
“İnsan evindeki rahatı hiçbir yerde bulamıyor!” dedi.
Nastasie’nin ağlamaları duyuluyordu. Bu zavallı kızı Charles biraz severdi. O, önceleri işini bitirdikten sonra çok geçmeden gelir Charles’ın yanında oturur, ona arkadaşlık ederdi. Bu onun ilk alıştığı kadın ve kasabada en eski tanışı idi.
Karısının yüzüne bakarak sordu:
“Gerçekten hesabını kesecek misin onun?”
“Elbette! Buna kim mâni olabilir?”
Sonra odaları hazırlanıncaya kadar, mutfakta kalıp ısındılar. Charles sigara içmeye başladı. Dudaklarını uzatarak dakikada bir tükürerek her çekişte ürperip tiksinerek sigarasını yarıladı. Emma yüksekten bakıp dudağını bükerek:
“Sana dokunacak!” dedi.
Charles sigarayı bıraktı. Bir bardak soğuk su içti. Emma hemen kutuyu alarak dolabın bir köşesine attı.
Ertesi gün çok uzadı. Akşam olmak bilmiyordu. Gene aynı yollardan geçerek bahçede gezindi. Fideliklerin, çardağın, alçıdan papaz heykelinin önünde duruyor, eskiden pek iyi bildiği bütün bu şeyleri şaşkın şaşkın inceliyordu. Daha şimdiden balo kendisinden ne ka dar uzaktı! Dün sabahla bu akşamı birbirinden bu kadar uzaklaştıran kimdi? Vobiyesar seyahati onun hayatında bir gedik açmıştı. Boraların bir gece içinde dağlarda açtığı büyük yarıklar olmaz mıydı? Bununla beraber kaderine razı oldu. Bir gün evvel giydiği güzel tuvaleti dolaptan çıkarıp acıyan ellerle okşadı. Parkenin kaygan cilasıyla ökçeleri sararan saten iskarpinleri bile bu okşanıştan mahrum kalmadı. Onun kalbi de şimdi tıpkı bunlar gibiydi. Bir kere servet ve ihtişam ile temasa geldikten sonra, izleri o kalbin üstünde kalacak, bir daha hiç silinmeyecekti.
İşte bunun için balo hatırası Emma’ya bir iş oldu. Her çarşamba sabahı uykudan uyandığı vakit kendi kendine şöyle derdi: “Tam sekiz gün evvel, tam on beş gün evvel… Tam üç hafta evvel ben orada idim!” Sonra yavaş yavaş yüzler kafasında karışmaya başladı. Kontrudansların havasını unuttu. Şatonun muhtelif dairelerini, hizmetçilerin resmî kıyafetlerini pek o kadar net olarak görememeye başladı. Bazı detaylar kayboldu; fakat bunların hasreti, olduğu gibi içinde kaldı.
9
İkide bir Charles yokken, o gider, dolapta çamaşırların arasına koyduğu yeşil ipekli sigara kutusunu alırdı.
Alır, bakar, kutuyu açar, hatta tütün kutusuna karışan mine çiçeği kokusunu, kutunun iç kokusunu içine çekerdi. Kimindi acaba? Vikont’un olacak, kim bilir, belki de metresi vermişti. İçi sarı ve siyah damarlarla süslü menekşe renginde makbul pelesenk ağacı üzerine işlenmiş olan bu zarif kutu, yabancı gözlerden saklanmış, saatlerce ona emek verilmiş, çalışan bir kadının düşünceli başı onun üstüne eğilmiş, ipek bukleleri onun üstünde salkımlanmıştır. Kanaviçenin örgüleri ve ilmikleri arasına derinden gelen sevdalı nefesler süzülmüş, her gün onun üzerindeki iğne ya bir hatırayı ya da bir umudu çivilemiş ve birbirine karışan bütün bu ipek teller aynı sevdanın sessiz bir devamı olmuştur. Sonra bir sabah Vikont onu alıp götürüyor.
Neler konuşmuşlardı? O, geniş söve pervazlı şöminenin yanında çiçek vazolarıyla Pompador modası asma saatler arasında duruyordu. Şimdi kendisi Tost’ta, o ise ta nerede, Paris’te idi. Paris nasıl bir yerdi acaba? Bu, ne büyük ne ölçüsüz bir isimdi! Bu ismi yavaştan kendi kendine tekrarlıyor ve onun bir katedral çanı gibi kulaklarında çınlamasından hoşlanıyor ve pomata kutularının etiketlerine varıncaya kadar ona ait her şey gözünde alevleniyor, nurlar saçıyordu.
Gece, pencerelerinin altından, küçük arabalarıyla balıkçılar Marjolen melodisini mırıldanarak geçerlerken o, uyanırdı. Demir çemberli tekerleklerin, şehir dışında toprağa deyince yatışan gürültüsünü dinlerken içinden:
“Yarın orada bulunacaklar!” derdi.
Sonra içinden onların arkasına düşerek yamaçlara çıkıyor, inişleri iniyor, köylerden geçiyor ve yıldızların ışığı altında şoselerden akıp gidiyordu. Böyle uzun boylu gittikten sonra karışık bir meydana varıyor ve oradan ötesine artık hayal gücü işlemiyordu.
Paris’in bir planını aldı ve haritanın üstünde parmağını yürüterek koca şehri gezmeye başladı. Köşebaşında, sokak çizgileri arasında ve binaların yerini tutan beyaz karelerin önünde durarak bulvarları boydan boya adımlıyordu. Nihayet haritaya baka baka yorulunca gözlerini kapıyor ve karanlıklar içinde hava gazı fenerlerinin rüzgârdan kıvranarak tiyatro meydanlarını gürültüleriyle kaplayan açık araba basamaklarında akisler yaptığını görüyordu.
Sepet ve Samontar Perisi ismindeki kadın mecmualarına abone oldu. Hiçbir satırını kaçırmadan her yerini gözleriyle yiyecekmiş gibi okuyordu. Bütün ilk temsillere ait röportajları, at yarışlarını, süvarileri takip ediyor, bir şantözün ilk sahneye çıkışı, bir mağazanın açılış töreni onu ilgilendiriyordu. Şimdi o, yeni çıkan modaları, iyi terzilerin adreslerini, Bulonya ormanı veya operanın günlerini biliyordu. Eugene Sue’nun romanlarıyla güzel döşenmiş evleri inceledi. Balzac ve George San’i okudu. Kişisel ilgilerinin hayalen tatmini yollarını onlarda buldu. Hatta sofraya bile kitabını alıp geliyor ve Charles yemeğini yiyerek ona lakırdı söylerken o kitabın yapraklarını çevirmeye bakıyordu. Okuduğu şeyler Vikont’un hatırasını tazelemesine sık sık vesile olur ve onunla, yarattığı kişi arasında, birtakım yakınlıklar kurardı. Fakat öte yanı hep o olmak üzere etrafındaki çevreler genişler ve çehresini bir nur çemberi hâlinde saran hale, başka hayallerine de ışık vermek için, daha uzaklara yayılıp uzanırdı.
İşte