kaldığı gibi, onun da kalbi, başkalarının ıstırabından o kadar acı duymazdı. Öyle iken bakarsınız, günün birinde kesesindeki bütün gümüş paraları fukaralara atardı.
Şubat sonlarına doğru Baba Ruolt iyileşmesinin hatırası olarak bir baba hindi getirdi ve üç gün Tost’ta misafir kaldı.
Charles hastalarıyla meşgul olduğu için ona arkadaşlık etme vazifesi Emma’ya düştü. Misafir fosur fosur sigara içerek odayı duman içinde bırakır, ocağın ızgarasına tükürürdü. Durmadı, dinlenmedi, çift çubuk, inek, dana, tavuk, hindi, bir de belediye meclisinden bahsetti. Bir dereceye kadar ki gittiği vakit Emma, oh! diye geniş bir nefes alarak arkasından kapıyı kaparken içinde duyduğu bu ferahlığa kendisi de şaştı. Zaten o artık ne bir şeye, ne de bir kimseye karşı menfi duygularını saklıyordu. Ara sıra ortaya olmadık düşünceler atar, başkalarının takdir ettiğini batırır, herkesin kötülediği fesatlıkları veya insafsızlıkları hoş görürdü; o zaman kocası gözlerini dört açıp bakar ve şaşardı.
Bu sefalet hep böyle sürüp gidecek miydi? Ondan yakasını hiç kurtaramayacak mıydı? Bununla beraber çok mesut yaşayan kadınlar vardı ve kendisinin onlardan geri kalır yeri yoktu! Vebiyesar’da iken düşesler görmüştü ki vücutları daha hantal, davranışları daha bayağı idi. Bu yüzden Tanrı’nın haksızlığına lanet eder, başını duvara dayayıp ağlarken, şatafatlı yaşayışlara imrenir; baloya, maskeli gecelere imrenir, onların kucağında kendisinin daha bilmediği aşırı zevklere ve çılgınlıklara imrenirdi.
Yüzü gittikçe sararıyor ve yüreğine çarpıntılar geliyordu. Charles ona biraz valeriyan verdi. Karurlu banyolar yaptırdı. Ne yapılsa tersine etki ederek sanki onu daha da beter sinirlendiriyordu.
Bazı günler de zevzekliği tutar, marazi bir şakraklıkla boyuna konuşurdu. Sonra bunun arkasından ona bir uyuşukluk gelir ve birdenbire sessiz, hareketsiz kalırdı. O zaman kollarına bir şişe kolonya dökerek canlanmaya çalışırdı.
İkide bir Tost’tan şikâyet ettiği için Charles hastalığın sebebini yer ve iklime bağlı gördü ve bunun üzerinde durarak nihayet başka taraflara gidip yerleşmeyi önemli bir surette düşündü.
Emma, o zamanlar zayıflamak için sirke içiyordu. Kısa ve kuru bir öksürüğe yakalandı. İştahını bütün bütün kaybetti.
Dört sene yerleştikten sonra ve işini tam yoluna koyduğu bir sırada Tost’tan çıkmak Charles için kolay değildi. Bununla beraber bu mutlaka lazımsa ne yapabilirdi! Karısını Ruan’daki eski hocasına götürdü. Onda sinir hastalığı vardı. Hava değişikliği lazımdı.
Şuraya buraya başvurduktan sonra. Charles, Növşatel taraflarında Yonvil Abey kasabası hekimi olan Polonyalı bir çiftçinin bir hafta evvel başka bir yere geçtiğini haber aldı ve oranın eczacısına bir mektup yazarak ahalisinin ne kadar olduğunu, en yakın mıntaka hekiminin ne mesafede bulunduğunu, giden doktorun senelik kazancının ne kadar tuttuğunu vesaireyi sordu. Gelen cevaplar hep işine elverecek gibi olduğu için Emma’nın durumu düzelemeyecek olursa ilkbaharda oraya göç etmeyi tasarladı.
Bir gün Emma, yer değiştirme sevinciyle çekmeceyi düzeltirken, eline bir şey battı. Evlenme buketinin teliydi bu. Portakal çiçekleri tozdan sararmış, gümüş tel örgülü ipek kurdeleler kenarlarından akıp bozulmuş. Bir kere baktıktan sonra buketi ateşe attı. Kuru bir saman çöpü bundan daha çabuk alev alamazdı. Sonra bu, küllerin üstünde ağır ağır kıvranan kırmızı bir çalı oldu. Onun nasıl yandığına bakıyordu. Küçük karton üzümler çatlıyor, sarı pirinç teller kıvrılıyor, kurşun şerit eriyordu. Katılaşan kâğıt çiçekler ocağın madenî safhası boyunca siyah kelebekler gibi sallanırken sonunda ocağın çekişiyle uçtular.
Mart ayında Tost’tan çıktıkları vakit Madam Bovary gebeydi.
2. Bölüm
1
Yonvil Abbeyi, Ruan’dan sekiz fersah (32 kilometre) mesafede Abevil ile Bove yolları arasında Andel’e dökülen küçük Riyöl Irmağı’nın suladığı vadinin bir ucundadır. Denize karıştığı yerde çocukların olta ile alabalık tutarak vakit geçirdikleri bu ırmak, Andel’e kavuşmadan üç değirmen çevirir.
La Büvasiyer’de büyük caddeden ayrıldıktan sonra vadiye bakan Lö’ler yamacının tepesine kadar düz olarak çıkılır. Vadiden geçen ırmak, onu birbirinden ayrı görünüşte iki çeşit iklime ayırmış gibidir; sol taraf olduğu gibi otlak, sağ taraf da olduğu gibi tarlalıktır. Çayır, alçak tepelerin çevresinde uzanarak arkadan Brey mıntakasının çayırlığına ulaşır. Hâlbuki doğu tarafında ova, yavaş yavaş yükselerek gittikçe genişler ve sarışın buğday tarlalarını göz alabildiğine gözünün önüne serer. Çayırın kenarından akan su, bir taraftan çimlerin, bir taraftan da saban izlerinin rengini beyaz bir çizgi ile ayırır ve böylelikle manzara, yakasının kenarına gümüş bir kordon geçirilmiş koca bir mantonun yayılmış hâlini andırır. Ufka doğru, vadinin sonuna kadar gidilince Argöy Ormanı’nın meşeleri ve Saint-Jean Tepesi’nin yukarıdan aşağı sıra sıra süzülmüş kırmızı değişik kazıntılar gösteren dik yamaçlarıyla karşılaşılır. Bu kazıntılar yağmur sellerinin izleri olduğu gibi, kül rengi dağın sırtında ince bir sicim gibi görünen o tuğla rengi de ötede başka yerlere akan çelikli maden sularından ileri gelmektedir.
Burası Normandiya, Pikardiya ve Fransa adası sınırları üzerinde soysuz bir mıntıkadır ki köyü karaktersiz olduğu kadar dili de aksansızdır. Bütün o çevredeki Növşatel peynirlerinin en kötüsü orada yapılır. Diğer taraftan ziraat de tuzluya mal olur; çünkü, kum ve çakıl dolu gevrek topraklarını beslemek için çok gübre ister.
1835’e kadar Yonvil’e gidecek hiç yol yoktu. Fakat o devre doğru nahiyeler arasında çok işe yarayacak bir yol yapıldı. Bu yol Abevil ve Amiyen yollarını birbirine bağladığı gibi Ruan’dan Flandri’ye giden arabacıların da ara sıra işine yaramaktadır. Böyle olmakla beraber ve yeni çıkış yerlerine rağmen Yonvil Abbeyi ileri gidememiş, yerinde saymıştır. Ziraat işlerini ıslah edeceklerine ahali, kıymeti ne kadar düşmüş olursa olsun, gene otlakçılıktan vazgeçmemiş ve küçük tembel kasaba ovadan uzaklaşarak tabii ırmak tarafına doğru büyümekte devam etmiştir. Onun, hazım zamanını geçirmek için su kenarında uzanan bir inek çobanı gibi, ırmak boyunca yattığı görülür.
Tepenin eteğinde, köprüden sonra, iki tarafına akça kavak fidanları dikilmiş bir şose başlar ki sizi dosdoğru şehrin ilk evlerine götürür. Etrafı çitle çevrilmiş olan bu evler, damlarına el merdivenleri, sırıklar, oraklar takılı sık ağaçlıklar altına dağınık bir hâlde serpilmiş bulunan mengene evleri, arabalıklar, kaynatma evleri gibi bir sürü binayla dolu avlular arasındadır. Kulübelerin üstü, gözlere kadar inen kürk başlıklar gibi alçak pencerelerin üçte biri hizasına kadar iner, bunların kaba ve kabarık camlarının ortasında şişe diplerine benzer bir yumru bulunurdu. Köşeden köşeye kara kirişler bulunan ak duvarlarına ara sıra cılız bir armut fidanı takılır, yer katındaki kapılarında, elma şarabı ile ıslatılmış, esmer bayat ekmek kırıntılarını kapının önünde gagalamaya gelen piliçlerin içeri girmemesi için küçük bir döner tahta siper bulunurdu. Bununla beraber avlular gittikçe darlaşıyor, evler sıkışıyor, çitler kalkıyor; süpürge sapının ucuna takılı bir demet eğrelti otu pencerenin altında sallanıyor; artık bir nalbant, iki üç küçük yeni yol arabasıyla bir arabacı ustası, dışarıda yol üstünde yer alıyordu. Sonra bir parmaklığın arasından parmağı ağzında aşk perisi heykeli ile bezenmiş bir çimen dairesi, ötesinde beyaz bir ev görülür; mermer merdivenin iki tarafında iki dökme vazo vardır; kapıda noterlik levhaları parıldar. Burası noterin evi ve evlerin en güzelidir.
Kilise,