bir kıl yakası, gri bir pantolonu ve her mevsimde giydiği çok cilalı çizmeleri vardı ki parmaklarının çıkıntılı olmasından iki paralel şişkinlik yapardı. Küçük gözleri ve kemerli burnu ile uzun ve renksiz yüzünü, çenesinin altından dolanarak bir bahçe fideliği pervazı gibi, çerçeveleyen kumral sakalının hizasını hiçbir kıl geçmiyordu. Bütün kâğıt oyunlarında usta, iyi bir avcı ve güzel bir yazısı olan Bine’nin, evde bir çıkrığı vardı ki vakit geçirmek için onda peçete halkaları çevirir, bir artist kıskançlığı ve burjuva egoizmi ile evini bunlarla doldururdu. Küçük salon tarafına doğruldu. Fakat önce oradan üç değirmenciyi çıkarmak lazım geldi ve sofra takımı hazırlanıncaya kadar Bine, sobanın yanında sessiz durup bekledi. Sonra kapıyı kapadı ve âdeta saygıyla kasketini çıkardı.
Eczacı, otelci kadınla yalnız kalır kalmaz sözüne devam etti:
“Nezaketli sözlerle dili aşınmaz ya!”
“Hiçbir vakit fazla konuşmaz. Geçen akşam buraya üstü başı düzgün iki yolcu gelmişti. Bu zeki delikanlılar öyle tuhaf şeyler anlattılar ki ben gülmekten kırıldım. Gözümden yaşlar geldi. O ise tek bir söz söylemeden karagöz balığı gibi öyle duruyordu.”
“Evet, ne bir söz bulma kudreti ne de tam yerinde bir nükte sarfı gibi sosyete adamına lazım nitelikleri olmayan bir kimse!”
Otelci kadın itiraz etti!
“Bununla beraber, dediklerine göre hâli vakti yerinde imiş.”
“Hâli vakti yerinde mi? Onun ha? Hâli vakti yerinde öyle mi?”
Biraz duraklayarak:
“Kendi memleketinde belki.”
Sonra tekrar söz aldı:
“O! Büyük işlere girişmiş bir tüccar, hukuk müşaviri bir avukat, bir doktor, bir eczacı, işlerinin düşüncesine o kadar dalmış olabilir ki bakarsınız dalgın ve hatta kaba görünür, bunu anlarım, buna tarihten birçok misal getirirler! Fakat hiç olmazsa onların düşündükleri, kafalarında yoğurdukları bir şey vardır. Mesela benim birkaç kere başıma gelmiştir. Bir etiket yazmak için kalemimi ararım da neden sonra bakarım kalem kulağımda duruyor.”
Bu esnada Madam Le Fransua, yolcuları getirecek arabanın gelip gelmediğini anlamak için, kapıya gidip dışarı baktı. Kırlangıç meydanlarda yoktu. Mutfağa döndüğü zaman bir kere titredi. Siyahlar giyinmiş biri apansız içeri girmişti. Batan güneşin son ışıklarıyla da bu adamın, yüzünden kan damlayan pehlivan yapılı biri olduğu fark ediliyordu.
Lokantacı kadın mumlarıyla beraber şöminenin üstünde dizili duran bakır şamdanlardan birine uzanarak:
“Ne emredersiniz Papaz Efendi?” dedi. “Bir şey almak ister misiniz? Mesela bir kadeh likör, bir bardak şarap?”
Papaz nezaketle reddetti. Geçen gün Ernmon Manastırı’nda unuttuğu şemsiyesini sormaya gelmişti. Şemsiyenin, akşama evine bırakılmasını Madam Le Fransua’dan rica ederek kiliseye gitmek üzere oradan çıktı. Kilisede anjelus duasının çanı ötüyordu.
Ayak sesleri duyulmayacak kadar uzaklaşınca Eczacı onun bu hareketini pek uygunsuz buldu. Bir likör veya şarap ikramını kabul etmemek! Riyakârlığın bu derecesi Eczacı’ya pek iğrenç görünmüştü. Bu papaz güruhunun kullanmadığı içki yoktu… Elverir ki onları gören olmasın! Onlar içerler ve kiliseye verilen hasadın mevsimini iple çekerler.
Otelci kadın papazı savunmaya kalkıştı:
“Öyle ama sizin gibilerden dördünü bir dizinin üstünde kıvırır, o kadar da kuvvetlidir. Buna ne dersiniz? Geçen sene bizim kuru otları içeri alırken adamlarımıza yardım etti. Yemin ederim, bir defada altı yığın birden getirdiği olurdu.”
“Oo… Bravo!” dedi Eczacı. “Öyle ise siz, kızlarınızı günah çıkarmak için bu yapıda dinç papazlara göndermelisiniz. Ben kendi hesabıma, hükûmetin yerinde olsam, papazlardan ayda bir kere kan aldırırım. Evet, Madam Le Fransua, her ay kan almak hem polisin hem de ahlakın yararına olurdu! Anlıyor musunuz?”
“Hadi, hadi… Susunuz, Mösyö Homais! Siz bir günahkâr… Dinsiz, imansız bir adamsınız!”
Eczacı derlendi:
“Ben mi?” dedi. “Ben dinsiz değilim. Benim de kendime göre bir dinim var. Hatta onların bütün o gülünç ayinleriyle ve türlü hokkabazlıklarıyla topundan ileri dinim var. Ben Tanrı’ya taparım. Onun yüceliğine, yaratıcı varlığına imanım var. Yurdumuza ve ailemize karşı vazifelerimizi yapalım diye bizi buraya, şu dünyaya getirmiş, işte o kadar. Daha ötesi bana lazım değil… Kiliseye gitmeye, orada gümüş tabakları öpmeye, bizden daha mükemmel yiyip içen birtakım düzenbazların, benim kesemden beslenip göbek yapmalarına lüzum görmüyorum. Çünkü insan Cenabıhakk’ı, eski insanlar gibi, kırda, ormanda, hatta gök kubbesi karşısındaki hayranlığıyla da kutsal sayabilir. Benim Tanrı’m Sokrates’in, Franklin’in, Voltaire’in, Beranger’in Tanrı’sıdır. Benim imanım, kaba saba dağlı bir köy papazı çömezinin inancı ve 1789 İhtilali’nin ölmez prensipleridir! Bundan dolayı elinde asa, çiçekli bahçesinde gezen, dostlarını balina balığı karnında barındıran, bir çığlıkla ölen ve üç gün sonra gene dirilen bir kimsenin, Tanrı’nın aptal bir kulunun varlığını kabul edemem. Bunlar esasen saçma ve temelinden bütün fizik kanunlarına taban tabana zıt şeylerdir ki bize papazların nasıl düşük bir cehalet içinde uyuşup kaldıklarını ve halkı da nasıl kendileri gibi o cehalet batağına sürüklediklerini gösterir.”
Eczacı etrafına bakınarak sustu. Böyle bakınırken karşısında bir halk kalabalığı arıyordu; çünkü hararetli hararetli konuşurken bir aralık kendini Belediye Meclisi toplantısında sanmıştı. Fakat lokantacı kadın onu dinlemiyor, hep dışarıya kulak kabartıyordu. Çok geçmeden Kırlangıç kapının önünde durdu. Biri önde olmak üzere arabaya üç beygir koşulmuştu.
Yonvil’in burjuvalarından birkaçı oraya birikti. Her kafadan bir ses çıkıyor, kimi havadis soruyor, kimi de şehirden getirdiği şeyleri görmek istiyor, Arabacı Hiver ise hangi birine cevap vereceğini bilemiyordu. Kasabanın siparişlerini dükkân dükkân gezerek şehirden o temin ederdi. Kunduracıya kösele, nalbanta nal, otelci kadına bir varil ringa balığı, modistradan şapkalar, berberden takma saçlar getirir; hayvanlar arabayı kendi kendilerine çeke dursunlar, kendi ayakta yüksek sesle bağırarak evlerin önünden geçerken bu paketleri ayırır, havalelerin üstünden avlulara atardı.
Yolda bir hadise onun gecikmesine sebep olmuştu. Madam Bovary’nin tazısı nasılsa kaçıp tarlaların arasında kaybolmuştu. Tam bir çeyrek saat ıslık çalarak onu çağırmak icap etti. Hiver yarım fersah kadar geri dönüp her dakika onu görecek gibi olduğu hâlde köpek bulunamamış ve araba yoluna devama mecbur kalmıştı. Emma, ağlayıp sızlamış, sinirlenip öfkesini Charles’tan almıştı. Arabada bulunan manifaturacı Mösyö Lörö bin dereden su getirerek Madam’a teselli vermiş, kaybolan nice köpeğin seneler geçtikten sonra gelip sahiplerini bulduğunu anlatmıştı. Hatta, diyordu, söylediklerine göre bir köpek böylelikle İstanbul’dan Paris’e kadar gelmiş, başka bir köpek de düpedüz elli fersahlık yol almış, yüzerek dört şehirden geçmiş, hatta kendi babasının tüylü bir finosu varmış ki on iki sene kayıplara karıştıktan sonra bir akşam yolda hiç haberi yokken apansız arkadan gelip ihtiyarın omzuna sıçramış.
2
Arabadan ilk inen Emma oldu. Onun arkasından Felicite, Mösyö Lörö ve bir de sütnine indiler. Akşamdan beri bir köşede deliksiz uyuyan Charles’ı uyandırmak icap etti.
Homais yanlarına gelerek Madam’a derin saygılarını, Mösyö’ye iltifat ve sevgilerini bildirdi. Bir hizmetlerinde