Гюстав Флобер

Madam Bovary


Скачать книгу

beraber kalbinin derinliklerinde o, bir hadise bekliyordu. Umutsuz kalmış gemiciler gibi, sisli ufuklarda beyaz bir yelken ararcasına hayatının ıssızlığına, içi dolu göz gezdiriyor fakat bunun nasıl bir tesadüf olacağını bilmiyordu. Hangi rüzgâr onu kendisine kadar getirecek ve hangi sahillere alıp götürecekti? Bu, bir duba mı yoksa üç ambarlı bir gemi miydi? Üzüntüyle mi yüklüydü, yoksa ağzına kadar saadetle mi doluydu? Hiç bilmiyordu. Fakat her sabah uyandığı vakit onun geleceğini umuyordu. O zaman etrafı dinler, çıt olsa kulak asar sıçrayarak kalkar ve gelmemesine şaşardı. Sonra güneş batarken daha dertli, ertesi günün gelmesini beklerdi.

***

      Bahar geldi, ilk sıcaklarda armutlar çiçek açarken onda sıkıntılar, bunalmalar belirdi.

      Temmuzun başında, ekime kaç hafta kaldığını parmaklarıyla hesap ediyordu. Marki d’Andevilye’nin Vobiyesar’da bir balo daha vermesi ihtimali vardı. Fakat bütün eylül geçtiği hâlde ne bir davet ne de bir ziyaret için gelen oldu.

      Bu boşuna bekleyişlerin sıkıntısından sonra kalbi yeniden boş kaldı ve o zaman aynı günlerin serisi tekrar başladı.

      O günler şimdi birbiri ardı sıra, birbirinin eşi, bitip tükenmeden ve hiçbir şey getirmeden geçip gidiyordu! Ne kadar düz ve tatsız olursa olsun başkalarının hayatında hiç olmazsa bir hadise olma şansı vardı. Bakarsınız bazen hadise birdenbire değişiklikler yapar; sahne, dekor büsbütün değişir. Fakat kendisi için ne olması ihtimali vardı! Hiçbir değişiklik olmuyordu. Tanrı demek böyle istiyordu! Hayat onun için zifiri karanlık bir koridordu ve bu koridorun sonunda da sımsıkı kapalı bir kapı vardı.

      Müzikten vazgeçti. Ne çalacaktı? Niçin çalacaktı? Çalsa da kim anlayacaktı? Kısa kollu kadife robu ile bir konserde, Erar fabrikasının bir piyanosunun başına geçerek narin parmaklarıyla o fildişi tuşlar üzerinden geçerken etrafında bir meltem eser gibi hayranlık havasının fısıltılarını duymayacak olduktan sonra ne lüzumu vardı? Çalışmak, uğraşmak zahmetine değer miydi? Resim kâğıtları, işlediği şeyler, olduğu gibi dolapta kaldı. Dikiş onu sinirlendiriyordu. Bunlar niyeydi? Sanki ne olacaktı? İçinden “Hepsini okudum!” diyordu.

      Oturup ocağı karıştırır yahut yağan yağmura bakardı.

      Pazar günü ikindiüstü akşam duası münasebetiyle kilisenin çanı çalınırken o ne kadar mahzundu! Çanın çatlak vuruşlarını avare şaşkın bir dikkatle birer birer dinliyordu. Damın üstünde ağır ağır yürüyen bir kedi, güneşin soluk ışıklarına karşı kamburunu çıkarıyor, rüzgâr, caddede toz serpintileri üflüyor, uzakta ara sıra bir köpek havlıyor ve sesi kırlara dağılıp kaybolan çan, usanç veren düzenli vuruşlarına devam ediyordu.

      O sırada kiliseden çıkılıyordu. Cilalı ayakkabılarıyla kadınlar, yeni mintanlarıyla erkekler, başı kabak çocukları önlerinde zıplayarak evlerine gidiyorlardı. Beş altı kişi, hep aynı adamlar, karanlık basıncaya kadar, hanın büyük kapısı önünde tıpa oyununa devam için kalkmışlardı.

      Kış soğuk oldu. Her sabah camlar bir buz tabakasıyla örtülüyor, onlardan geçen beyaz ışıklar bazı akşamlara kadar sürüyor ve akşam saat dört olmuyor mu, lambayı yakmak lazım geliyordu.

      Havanın güzel olduğu günler bahçeye inerdi. Çiğ damlaları lahanaların üstüne gümüş danteller örmüş ve bunların uzun parlak telleri birbirine ulaşmış bulunurdu. Kuşların cıvıltısı yoktu. Her şey uyuyor gibiydi; üstü saman çöpü ile örtülü çardak uyuyor, duvarın saçağı altında kocaman hasta bir yılan gibi uzanan asma uyuyordu. Duvara yaklaşıldıkça birçok ayağıyla tespih böceklerinin süründüğü görülüyordu. Çitin yanında, çamlar arasında, üç köşe başlığıyla, dua kitabını okumakta olan keşişin sağ ayağı kopmuş, hatta alçısı donup pul pul düştüğü için yüzünde beyaz beyaz uyuz lekeler peyda olmuştu.

      Sonra Emma gene yukarı çıkar, kapıyı kapar, ateşi karıştırır, ocağın fazla sıcak olmasından içine sıkıntı basar ve iç sıkıntısı ağır bir yük gibi üstüne çökerdi. Aşağı inip hizmetçi kızla pekâlâ konuşabilirdi. Fakat sıkıldığı için inemiyordu.

      Her gün aynı saatte, siyah saten takkesiyle mektep hocası, evinin pencere kepenklerini açar, belinde kılıcı orman muhafızı geçer, her gün sabah akşam posta beygirleri üçer üçer sokaktan geçirilerek sulanmaya götürülür, zaman zaman meyhanelerden birinin kapısındaki çıngırak çalar ve rüzgârlı günlerde berberin, sicimle asılı küçük bakır leğenlerinin birbirine çarpıp tıkırdadığı duyulurdu. Dükkânın moda gazetelerinden cama yapıştırılmış eski bir resimle saçları sarıya boyanmış bir balmumu kadın başından başka, süs namına bir şeyi yoktu. Berber kendisi de şikâyetçi idi, işler durmuştu. İlerisi ne olacaktı? İstikbal karanlıktı, sonra büyük bir şehirde, mesela Ruan limanında, tiyatroya yakın bir dükkân hayal ederek bütün gün belediye ile kilise arasındaki yolu boylu boyuna adımlarken mahzun mahzun müşteri beklerdi. Madam Bovary ne zaman gözlerini kaldırsa, kısa yün ceketi ve bir kulağına inmiş çarpık Rum fesi ile, nöbetçi bir karakol neferi gibi, onu hep orada görürdü.

      Bazı kereler de, öğleden sonra odasında kapalı penceresinin camından bakarken sokakta çalgıcı bir erkek başı görürdü. Siyah favorileriyle güneşten yanmış bir baş ki tatlı geniş bir gülümseme ile beyaz dişlerini göstererek ağır ağır gülümser. O zaman, hemen bir vals başlardı ve orgun üstünde, küçük bir salonda parmak kadar küçük dansçıların döndüğü görülürdü: Pembe yemenili kadınlar, ceket giyen Tirollu erkekler, siyah elbiseli maymunlar, kısa pantolonlu baylar, kanepelerin, koltukların, konsolların arasında köşeleri bir parça yaldızlı kâğıtla bezenmiş ayna parçalarında akisleri görünerek döner, dönerlerdi. O adam, sağa sola ve pencerelere doğru bakarak manivelasını kullanır, hararetle orgunu çalardı. Arada bir duvarın dibine doğru fıskiye gibi uzun bir tükürük atarken, katı askısı boynunu yoran aletini diziyle de kaldırır ve kutuda canlanan musiki nağmeleri, şimdi hazin ve mecalsiz, şimdi şen ve taşkın, arabesk bakir bir pençe altındaki pembe taftalar arasından uğuldayarak sokağa dağılırdı. Bu havalar başka yerlerde çalınan, tiyatrolarda, salonlarda söylenen, geceleri parlak avizeler altında dans edilen dünya havaları idi ki Emma’ya kadar ulaşıyordu. Sonu gelmez İspanyol dansı havaları genç kadının kafasında dönerek açılıyor, çiçekli halılar üstünde dinî rakslar yapan Hintli kızlar gibi, notalarla beraber aklı yerinden oynuyor ve hayalden hayale, üzüntüden üzüntüye düşüp gidiyordu.

      Adamın kasketine, beklediği sadaka düşünce, durmaz, eski bir mavi yün örtü ile örttüğü orgunu sırtladıktan sonra ağır adımlarla uzaklaşır, Emma da onun arkasından uzun uzun bakar dururdu.

      Fakat asıl, yemek vakitlerinde ne yapacağını bilemezdi. Yer katındaki o küçük yemek odasında, soba tüter, kapı gıcırdar, duvarlar sızarken, nemli kaldırımlara karşı hayatın bütün acılığını sanki tabağında bulur ve dumanı tüten çorba ona, boğazını tıkayan başka tatsızlıklar çeşnisi verirdi. Charles yemekte çok otururdu. Ya birkaç fındık geveler yahut dirseğini dayayarak bıçağının ucu ile muşambanın üstüne çizgiler çizerek vakit geçirirdi.

      Emma, artık ev işlerini oluruna bağlayıp kendi hâline bırakıyordu. Büyük perhizin birkaç gününü Tost’ta geçirmeye gelen kaynanası bu değişikliğe pek şaştı. Eskiden o kadar titiz, o kadar ince ve nazik olan gelini, şimdi günlerce kendine çeki düzen vermeden evlikleriyle duruyor, ayağında gri pamuk çoraplar görülüyor, tek mum ona yetiyordu. “Mademki zengin değiliz, ekonomiye uygun davranmalıyız.” derdi. Sonra çok memnun, çok mesut olduğunu, Tost’tan pek hoşlandığını söyleyerek ve bin dereden su getirerek kaynanasının ağzını kapatırdı. Zaten Emma, onun öğütlerini de pek dinleyeceğe benzemiyordu.