Гюстав Флобер

Madam Bovary


Скачать книгу

melekler! Erkekler… Değersiz görünüşleri altında tanınmamış liyakatler… Herhangi bir zevk partisi için atlarını çatlatan, yaz mevsimini gidip Baden’de geçiren ve nihayet kırkına doğru mirasyedi kızlarla evlenen kimseler… Lokantaların geceyarısından sonra yemek yenen özel odalarında mumların ışığı altında gülen alacalı bir kalabalık: edebiyatçılar ve aktrisler… Bunlar krallar kadar israfı seven, ideal ihtiraslar ve efsanevi hezeyanlarla dolu kimselerdir. Onların varlıkları başkalarından üstün, gökle yer arasında ve boralara karışık, yüksek bir şeydir. Geride kalanlar, hiç yokmuşlar gibi yersiz, belirsiz kayboluyordu. Zaten kendi yakınında olan şeyler ne kadar yakınsalar düşüncesinden o kadar uzak düşüyorlardı. Onun hemencecik civarında olan can sıkıcı kırlar, budala küçük burjuva yaşayış tarzının bayağılığı, kendisine olmadık bir şey gibi geliyordu. Kaderin aksiliği ile bir ağ gibi kendisini bunların içine düşmüş buluyor, hâlbuki ötede zevk ve ihtiras diyarı göz alabildiğine uzanıp gidiyordu. Onun istekleri içinde lüks iştahı ile gönül duyguları, âdetlerin kibarlığı ile his incelikleri hep birbirine karışıktı. Hint bitkileri için lazım olduğu gibi aşk için de elverişli bir toprak, hususi bir sıcaklık lazım değil miydi? Mehtaplarda iç çekmeler, uzun süren sarmaş dolaşlar, terk edilmiş ellere akan gözyaşları, vücudun ürpermesi, titremeleri, sıtmalar, sevginin verdiği gevşeklikler… Bütün bunlar büyük şatoların balkonundan ayrılmayan şeyler. O şatolar… Boş vakitlerle dolu şatolar… Storları ipek, yerde kalın bir halı, içi dolu çiçeklikler, kerevet üstüne kurulmuş bir karyola, kıymetli taşların ışıldaması ve yaver korkonlarının parıltısı… O şatolardan ayrılmayan işte bunlardı.

      Her sabah gelip hayvanı tımar eden postacı yamağı, kocaman tahta kunduralarıyla koridordan geçerdi. Gömleği delik deşik, şosonlarının içinde ayakları çıplaktı. Bu kısa külotlu at uşağı, adam kıtlığında güya işe yarıyordu. Tımar işini bitirdikten sonra akşama kadar bir daha oraya uğramazdı. Çünkü Charles gelince atını kendisi ahıra koyar, eğerini üstünden alır, yularını çıkarır, o sırada hizmetçi kız bir kucak saman getirerek gücü yettiği kadar onu yemliğe atardı.

      Emma, sel gibi yaşlar dökerek Tost’tan ayrılıp giden Nastasie’nin yerine on dört yaşında şirin yüzlü kimsesiz bir kız almıştı. Ona pamuklu başlık giymeyi yasak etti. Karşısındakine “siz” diye hitap etmek yerine üçüncü kişi kipinde “Ne emirleri var?” tarzında hitap etmeyi, su getirirken bardağı küçük bir tabağa koymayı, içeri girmeden kapıya vurmayı öğretti. Ütü, kola ve kendisini giydirmek gibi hizmetlere de alıştırarak onu bir fam dö şambr gibi kullanmak istedi. Yeni hizmetçi kız öteki gibi kovulmamak için hiç ses çıkarmadan ne dense boyun eğiyordu ve büfenin anahtarını üstünde bırakmak Madam’ın âdeti olduğu için Felicite akşamları yatmadan evvel oradan biraz şeker alır ve duasını yaptıktan sonra yatağında yalnızca onu yerdi.

      Öğleden sonra ara sıra gider, arabacıların karşısına çıkar, onlarla konuşurdu. O zaman Madam da yukarıda, odasında bulunurdu.

      Madam, korsajının devrik şal yakası arasından üç altın düğmesiyle plise gömleği görünen önü açık bir sabahlık giyerdi. Belinin kuşağı koca püsküllü bir keşiş zünnarını andırıyordu. Nar tanesi rengindeki mini mini terliklerinin üstünde topuklarına kadar gelen geniş birer top kurdele vardı. Mektup yazacak bir kimsesi olmadığı hâlde kendine bir yazı çekmecesi, kalemler, kâğıtlar, kurutma kâğıtları ve zarflar aldı. Etajerinin tozunu siler, aynaya bakar, eline bir kitap alır, sonra satırları arasında hayallere dalarak kitabı dizlerine düşürürdü. Kâh seyahat etme emeline düşer kâh da eski manastır hayatına dönüp orada yaşamak isterdi. O, aynı zamanda ölmek ve Paris’te oturmak isteğinde idi.

      Charles, yağmura, kara bakmaz atı ile kötü yollarda hastalara giderdi. Çiftçilerin sofrasında omlet yer, elini nemli yataklara sokar, yüzüne ılık kanlar fışkırır, can çekişenlerin hırıltısını dinler, leğenlere bakar, kirli çamaşırların altından kirli vücutları dinler, fakat her akşam eve gelince harlı bir ateş, hazır bir sofra, yumuşak eşya ve zarif tuvaletli ince bir kadın bulurdu. Tazelik kokan nefis bir kadın ki bu kokusunun nereden geldiğini, yoksa kendi derisinden, kendi vücudundan mı gömleğine sindiğini bilemezdi.

      Emma, kocasını türlü incelikleriyle mest ve hayran ederdi. Bir gün şamdanlara kâğıttan yaptığı başlıklarda bir yenilik gösterir, başka bir gün robunun volanında değişiklik yapar yahut hizmetçi kızın beceremediği sade bir yemeğe tantanalı bir isim bularak onu iştahlı iştahlı Charles’a yutturmanın yolunu bulurdu. Bir gün Ruan’da, bayanların saat kösteklerinin ucuna cicili bicili bir şeyler taktıklarını gördü. Hemen onlardan kendi de satın aldı. Şöminenin üstünde mavi renkte camdan iki vazo bulunmasını istedi. Bundan da hevesini alınca bir müddet sonra fil dişinden bir dikiş kutusu edindi ki yüksüğü kırmızı renkteydi. Charles, bu incelikleri ne kadar az kavrıyorsa o kadar çok beğeniyor ve çileden çıkıyordu. Emma, onun duygularını kamçılayarak canına can katar ve yuvaya başka bir şirinlik verirdi. Sanki onun daracık hayat yoluna boydan boya altın tozu serpiyordu. Charles’ın da sıhhati yerindeydi… Yüzü bunu gösteriyordu… İyi bir şöhret kazanmıştı. Kendisini tanımayan yoktu. Ahali onu seviyordu. Çünkü kibirli değildi; çocukları sever, meyhaneye adım atmaz ve iyi ahlakı ise itimat verirdi.

      En çok nezle ve göğüs hastalıklarında başarılı oluyordu. El âlemi öldürmekten pek korktuğu için ağrıyı teskin edici şuruplarla ara sıra kusturucu ilaçlardan başka, pek ilaç vermez, ayak banyosu ve sülük tavsiye ederdi.

      Kesip yarmaya gelince, ondan korkusu yoktu, atlardan alır gibi insandan bol kan alırdı. Hele diş çekmek hususunda, soluk aldırmayan belalı bir bileği vardı.

      Yeni tedavi cereyanlarından uzak bulunmamak için Ruche Medical (Tıp Kovanı) isminde bir mecmuaya da abone oldu. Bunun prospektüsünü önce görmüş beğenmişti. Akşam yemeğinden sonra biraz okurdu. Fakat odanın sıcaklığına mide dolgunluğu da katılınca şu olurdu ki beş dakika sonra uykuya dalardı ve çenesi avuçlarının içinde, saçları bir yele gibi lambanın dibine kadar dökülüp saçılmış, orada öylece kalırdı. Emma, bu vaziyette ona omuzlarını kaldırarak yüksekten bakardı. Ne olurdu kocası olacak şu adam, içinde gizli bir ateş yanan, geceleri kitaplarının arasında boğulan ve sonunda romatizmalar devri olan altmışına geldiği vakit, fena dikilmiş siyah elbisesi üzerinde bir nişanı bulunan tanınmış kimselerden olsaydı. O, şimdi kendinin de adı olan, Bovary isminin meşhur olmasını istiyordu. Kitapçıların camekânlarında o ismi görmek, sık sık gazetelere geçtiğini, bütün memleketçe tanınmış olduğunu öğrenmek onun için bir emeldi. Fakat Charles’ın hiç ihtirası yoktu! Konsültasyon için başka bir doktorla bir hastanın başında bulundukları sırada o doktor, Charles’ı herkesin içinde mahcup etmişti. Akşamüzeri meseleyi anlattığı vakit Emma o meslek arkadaşına fena hâlde tutuldu. Karısının böyle heyecanlanması Charles’ın kalbine dokunduğu için gözleri dolarak onu alnından öptü. Fakat Emma bu hareketi hazmedemiyor, hırsını almak için içinden kocasını dövmek geçiyordu. Koridora çıktı. Pencereyi açtı. Sinirlerini yatıştırmak için serin havaya ihtiyacı vardı.

      Dudaklarını ısırarak kendi kendine yavaşça:

      “Ne zavallı adam! Ne zavallı adam!” diyordu.

      Zaten ona gittikçe daha da fazla kızmaya başlamıştı. Çünkü yaşlandıkça Charles’ın daha kabalaştığını, türlü türlü huylar peyda ettiğini görüyordu. Sofra sonunda sıra yemişe gelince o, boş durmamak için, boşalmış şişelerin tıpalarını keser, yemekten sonra dilini ağzının içinde dolaştırarak aklınca dişlerini temizler, çorba içerken her yudumda kuluçkadaki tavuk gibi boğazından bir ses çıkarırdı. Üstelik şişmanlamaya da başladığı için zaten düğme gibi