M. Turhan Tan

Safiye Sultan


Скачать книгу

birini tercümanın yüzüne doğru uzattı, nefis bir İtalyanca ile onu Türkçeye gadretmekten alıkoydu:

      “Sus!” dedi. “Biz senin kadar, belki senden daha iyi İtalyanca biliriz. Onun için Türkçeyi hırpalamaktan vazgeç, bizi küçük hanımla baş başa bırak.”

      Ve yüzünü Bafa’ya çevirerek ilave etti:

      “Bana Deli Cafer, arkadaşıma da Kara Kadı derler. Bir zamanlar korsandık, rahmetli reisin emri altında iş görüyorduk. Yine onunla devlet hizmetine girdik, birçok savaşlarda bulunduk. Fakat reisimiz iki yıl önce Malta’da vurulunca dünya gözümüze kara göründü. Devlet işinden ayrıldık, ticarete başladık. Karadeniz kıyılarından aldığımızı Marmara iskelelerinde, oradan topladığımızı Akdeniz limanlarında satıyoruz. Buraya da Halep alacası, Bursa dokuması getirdik. Dönüşte ayna, kadife ve çuha alacağız. Acaba sen de bizimle alışverişe mi geldin?”

      Deli Cafer, gürler gibi konuşmaya başlamış, kekeler gibi sözünü bitirip susmuştu. Ona bu ahenk değişikliğini veren küçük Bafa’nın büyük güzelliğiydi. Eski korsan o toy kızda saç, kaş, göz, yanak, ağız, diş, gerdan ve endam olarak yan yana gelmiş, temaşasına doyulmaz bir birlik vücuda getirmiş olan güzellikleri ilkin ayrı ayrı, sonra toptan seyrederken garip bir heyecana kapılmış, sesindeki sert tıyneti derece derece kaybederek âdeta kekelemeye başlamıştı.

      Kara Kadı da onunla hemhâldi, bulunduğu yerde uzun uzun yutkunuyordu. En keskin kılıçlara göğüslerini açmaktan çekinmeyen, alev alev tutuşmuş gemilerde yanmadan dolaşan, korkunç fırtınaların akıl alıcı uğultularına ıslıkla tempo tutan bu ünlü deniz kurtları, genç bir kızın taşıdığı olgun güzellik önünde işte sersemleşmişlerdi, için için la havle çekip Allah’ın yaratıcı kudretindeki azametine hayraniyetlerini belirtiyorlardı.

      İlk büluğ rüyasını belki pek yakınlarda görmüş fakat ezel âleminde olgun kadın olarak yaratılıp o meziyet ve hassasiyetle anasından doğmuş olan Bafa, her iki Türk üzerinde uyandırdığı derin tesiri kavramakta güçlük çekmedi, gözlerindeki bayıltkan tebessümü genişletti, dudaklarındaki büyülü duruma çıldırtıcı bir biçim verdi, yürümekle süzülmek arasında bir eda ile Deli Cafer’in yanına kadar sokuldu, en güzel hanımeli çiçeklerinden daha zarif ve daha muattar olan elini kart denizcinin nasırlı parmakları arasına bıraktı:

      “Oh!..” dedi. “Ne tatlı konuşuyorsunuz. İtalyanca, sizin ağzınızda enikonu musiki oluyor.”

      Parmaklarının tutuştuğunu sezerek kaşlarını çatan Deli Cafer, onu tashih etti:

      “Kasırga deseniz daha doğru olur. Çünkü biz, kelimelerin ağzımızdan gürleyerek döküldüğünü biliyoruz. Musiki dediğiniz şey, sizin ağzınızda küçük hanım.”

      Kara Kadı, bu güzellik güneşinden uzak kalmaya tahammül edemediğinden aralıksız tahta bir iskemle yakaladı, küçük Bafa’nın yanına bıraktı.

      “Buyurun.” dedi. “Oturunuz, siz ayakta durdukça bizim yüreklerimiz de yerlerinden ayrılıp dışarı fırlamak, karşınızda el pençe divan durmak istiyor. Onları bu çılgınlıktan korumak için olsun oturunuz.”

      Bafa, riyalı bir rol oynamaya azmetmişti. Venedik cumhurreisiyle müşavirlerinin, senatörlerin Türk elçisine cemile göstermek için ziyafette bulundurmak istedikleri bu iki tacir Türk’ün sebepsiz ve zaruretsiz Frenk sofrasında bulunmayı kabul etmemeleri pek mümkün olduğundan kendisini kandırıcı bir rol yapmayı taahhüt etmiş bulunuyordu. Bu rolün kalple ilgisi yoktu, tamamıyla zekâya bağlı bir işti. Ondan ötürü Bafa, yalandan gülüyordu, yalandan neşeli görünüyordu ve yüreğinden değil, beyninden emir alan dudaklarıyla konuşuyordu.

      Fakat Deli Cafer’in de Kara Kadı’nın da şiir diliyle ve terennümü andıran bir şive ile konuştuklarını görünce birden irkildi, kendilerini kandırıp ziyafete götürmeye memur olduğu iki kıranta Türk’ü alıcı bir gözle süzmeye koyuldu.

      Bunlar kısa şalvar, kolsuz cepken giymiş, kırmızı börk üzerine Trablus ipeklisi sarınmış, bellerine iki karış ende şal dolamış ve bu şalın ortasına birer karakulak sokmuş kimselerdi. Kasıklarından sekiz on parmak ilerisi açık duran bacaklarında çok ağır şeyler taşımayı vadeden demir bir salabet damar damar göze çarpıyordu. Bitevi çıplak duran kollarda da kan yerine tabiat laboratuvarlarında eritilmiş çelik dolaştığı apaçık görülüyordu.

      Bafa, beşerden üstün bir kuvvet taşıdıklarına, bir lahzalık inceleme sonunda kanaat getirdiği bu Türklerin bilhassa gözlerini temaşaya layık bulmuştu. Çünkü bu gözlerin eşi, bütün İtalya’da hatta kızın bir aralık babasıyla giderek görmüş olduğu Fransa topraklarında yoktu. Herkesin gözüne benzeyen bu gözler, aynı zamanda hiçbir göze benzemiyorlardı ve bu hususiyet onlara, bakışlarını yüzden öze, karşılarındaki adamın ta ruhuna ulaştırabilmelerinden doğuyordu. Bafa, Deli Cafer’in elini tutarken ve Kara Kadı’nın sözlerini dinlerken bu hakikati -garip bir iç titreyişiyle- kavramış ve her iki Türk’ün kendi yüreğini okuduklarını lahza lahza anlamıştı.

      Fakat buna, bu hâlete şaşmış değildi. Çünkü beşiğe düştüğü günden beri ya ninni ya masal olarak Türkler hakkında çok şeyler dinlemişti. Onların harp sahnelerinde bazen silah kullanmaya tenezzül etmeyerek düşmanlarını işte bu bakışlarla sersemlettiklerini, “İn attan herif!” emriyle küme küme silahşorları ipe sardıklarını biliyordu. Lakin bir Türk’ün şiir diliyle konuşabileceğini o güne kadar duymamıştı. Bu küçük hanımın kanaatine göre, Türklerin ağzında şiir, çınarlarda gül gibi garipti. Güller ancak kendi hacimlerine uygun dallarda açılabildikleri gibi Türk ağızlarında da o ağzın azametiyle, gururuyla, vakarıyla mütenasip sözler ve daha doğrusu naralar, kükremeler, gürlemeler görülmek icap ederdi. Hâlbuki Venedik’in Sen Marko Meydanı’nda izinsiz sergi kurup pervasız mal satmakta bulunan bu iki Türk çok ince düşünüyorlar ve çok zarif konuşuyorlardı.

      Güzel Bafa, işte bu hâletten hayrete düştü, kıranta Türkleri derin derin süzdükten sonra Kara Kadı’ya sordu:

      “Sizin yüreğiniz her kadın önünde böyle şahlanır mı?”

      Deniz kurdu, gülümseyerek cevap verdi:

      “Niçin soruyorsunuz?”

      “Çünkü her kadının ayağına düşmek isteyen gönüllerin kıymeti olmaz. Sizinkilerin de böyle kıymetsiz olup olmadığını anlamak istedim.”

      “Hayır küçük hanım, hayır. Biz Türkler yalnız ‘güzellik’e gönül veririz. Dişi, erkek, canlı cansız diye güzellikte ayrılık gayrılık aramayız. Güneşin doğuşunu veya batışını, ayın büyüyüp küçülüşünü, dağların göklerden öpüş aramasını, çimenlerin rüzgârları iliklerine geçirip vecde gelişlerini, denizin kabına sığmayarak başka bir dünya arar gibi coşup taşmasını, çiçeklerin her nefes alıp verişte havaya güzel kokularıyla vergi ödeyişlerini, bir gözde bir kalbin dile gelmesini, bir bakış önünde yine bir kalbin ya ölüm acısı ya bahtiyarlık tadı duymasını biz ‘güzel’ buluruz ve bunlarla benzerlerinin karşısında gaşyoluruz. Fakat güzel bir kadında doğup batan güneşten, büyüyüp küçülen aydan, göklerden öpüş arıyan yüksek dağlardan, rüzgârlarla sevişip vecde kapılan çimenlerden, sakin veya coşkun denizlerden, yüreklere tercüman olan gözlerden, hayat veren veya hayat deviren bakışlardan eserler, izler vardır. Kadını, her güzellikten üstün tutuyorsak sebebi budur, onda birçok güzelliklerin toplandığına inanışımızdır.”

      Güzel kız, kendi eline kelimelerden işlenmiş bir aşk danteli sunuluyormuş gibi zevkle, hazla bu sözleri dinlerken Deli Cafer söze karıştı:

      “Biz…”