M. Turhan Tan

Safiye Sultan


Скачать книгу

kendileri uzun alkışlara layık görülmüştü.

      Elçiye ayrılan yerin yakınında iki yaldızlı koltuk da Deli Cafer’le Kara Kadı’ya tahsis edilmişti. Baş teşrifatçı kendilerine yerlerini -yerlere kadar eğilerek- gösterdiği vakit Kara Kadı, elini bıçaklarından birinin kabzasına koydu ve sordu:

      “Bizi buraya çağıran küçük kız nerede?”

      Bu suali salon dışında bulunanların bile işitecekleri bir sesle teşrifatçının kulağında gürlettiği için kendi seviyesindeki asilzade kızlarla bir köşeye çekilerek yan gözle Türk misafirleri süzen Bafa, telaş ve sevinç içinde bağırdı:

      “Buradayım ekselans, huzurunuzda eğilmek üzere hemen geliyorum!”

      Duçelerin, Venedik’e komşu hükûmetçiklerin başında bulunan dükaların, prenslerin secdemsi inhinalarla6 selamladıkları bu güzeller güzeli kız dediğini de yaptı, büyük bir kral veya imparatorun huzurunda bulunuyormuş gibi sol dizini kırarak ve kollarını açarak o heybetli iki misafiri selamladı ve Deli Cafer’in “Yanımızda otur, uzağa gitme.” demesi üzerine de bir iskemle alıp ikisinin arasına yerleşti.

      Âdeta sevinç ve kıvanç duyuyordu. İçinde, tabiattan üstün ve tabiattan kuvvetli iki kartal arasında oturan bir güvercinin heyecanı vardı. Binbir yuvayı bir demde tarumar etmek kudretinde bulunan bu büyük mahlukların kendine karşı nazik davranmalarından, saygı göstermelerinden zevk alıyordu. Sonra bu çelikten yapılmış insanların özlerini görebilmek, sönük bir yanardağ sükûneti altında sakladıkları lavları, alevleri keşfetmek için de dayanılmaz bir merak duyuyordu. O sebeple gözlerini en son hadde kadar manalaştırarak, dudaklarını elinden geldiği derecede tatlılaştırarak Türkleri söyletmeye çalışıyor ve aklına geleni soruyordu. Deli Cafer de Kara Kadı da onun boyuna öten sevimli bir serçe gibi aralarında cıvıldayıp durmasından hoşlanıyorlardı, her sualine -fakat kısa kısa- cevap veriyorlardı.

      Bafa, bir aralık, millî vazifesini de hatırladı, Deli Cafer’in kulağına eğildi.

      “Yeni padişahınız…” dedi. “Çok şarap içermiş, öyle mi?”

      Bu başlangıçla sözü, Yahudi Don Mikez’e getirecekti. Fakat Deli Cafer, padişah sözünü duyar duymaz şöyle bir doğruldu, kendine çekidüzen verdi.

      “Her koyun…” dedi. “Kendi bacağından asılır. Adını andığın kişi de günah işliyorsa cezasını çeker. Biz kendi işimize bakalım.”

      Ve o bahse hiç taalluku olmayan bir sual ile mevzuyu değiştirdi:

      “Burada ev sahibi kim? Seni yanımıza çağırmasaydık, galiba kalabalık kervansaraya konmuş garipler gibi burada pinekleyip duracaktık.”

      Kız, duçenin ve elçi beyin henüz gelmediklerini ve onların teşrifleriyle beraber tanışma merasiminin yapılacağını söyledi, sonra sözü hüsnü aşka çevirdi. Fakat Deli Cafer’le Kara Kadı’nın heyecan göstermelerine, o nazik mevzu üzerinde -sergide yaptıkları gibi- uzun uzun söylenmelerine zaman kalmadı, salon kapısından baş teşrifatçının sesi yükseldi:

      “Türk elçisi asaletlu Kubat Çavuş Hazretleri, Venedik doju fehametlu Jerom Priyoli Hazretleri…”

      Duçe, Türk elçisinin konuklandırıldığı yere kadar gitmiş ve kendisini alıp -muhteşem bir alayla- büyük saraya getirmişti. Biri o devirde dünyanın en kuvvetli hükûmetini, biri de entrikada gerçekten üstat tacir bir Cumhuriyet’i temsil eden bu iki zat yan yana yürüyerek salona girmişlerdi. Elçi Kubat bu durumda müteharrik bir mezar taşına yoldaşlık eden korkunç bir ehrama benziyordu: Duçe o kadar cılız ve çelimsizdi, kendisi o derece boylu boslu ve heybetli idi.

      O, kılık ve kıyafet bakımından da duçeyi silik ve çok silik bir seviyeye düşürüyordu. Çünkü bir kavsıkuzahı kumaş olarak kullanmış ve o kumaştan elbise yaptırıp giyinmiş gibi göz kamaştırıcı bir renk bolluğuna bürünmüştü.

      Başında beyaz keçeden bir külah vardı ve bu külahın alt tarafı sarı sırma ile süslenmiş olup sivri ucu arkaya doğru kıvrıktı, ön tarafta da alacalı tüyden bir sorguç bulunuyordu.

      Arkasına dolama dedikleri kırmızı kaftanı almış, içine mavi entari giymiş, dizine yine kırmızı şalvar geçirmiş, ayaklarını sarı renk çizmelere sokmuştu. Belinde lahuri şaldan bir kuşak ve yalnız elmas kabzalı bir hançer vardı. Bu renk renk kumaşlar içinde o, dediğimiz gibi kavsıkuzaha sarılmış gibi görünüyordu. Fakat sorguçlu külahından, sarı çizmelerinden ziyade belinin iki yanına asılı parlak sahtiyandan bir çift kutu dikkat uyandırıyordu. Onlar, o kutular ne kalem mahfazası ne piştov kuburu olamazdı. Çünkü bir değil, yüz kalem alacak kadar büyük oldukları gibi piştov kılıflarında olduğu misillu iki yanları açık değildi. Bu sebeple merak uyandırıyorlar ve o lahur kuşağın üstünde de hayli kaba görünüyorlardı.

      Lakin salonda ve dehlizlerde bulunanlar Kubat Çavuş’un uzunca bir lahza elbisesiyle meşgul olduktan sonra, bütün dikkatlerini onun yüksek endamına ve bu endama engin bir mana ilave eden güzel yüzüne bağlamışlardı. Erkekler sarsılmaz bir sıhhat ve solup bozulmaz merdane bir taravet numunesi seyretmekten hem haz hem eza duyuyorlardı. Çavuşta en yüksek derecesi görülen erkek güzelliği, erkek olgunluğu, onların cinsî gururunu okşuyordu. Fakat onun yanında kendilerinin bir sürü kediye dönmesi güçlerine gidiyordu.

      Kadınlar, böyle iki cepheli bir duygu taşımıyorlardı. Onlar, biraz önce gelen Deli Cafer’le Kara Kadı için nasıl samimi bir hayranlık duymuşlarsa Kubat Çavuş hakkında da aynı suretle mütehassis olmuşlardı. Hepsi, istisnasız hepsi onun haşmetli endamını seyrederken ruhi rüyalar görüyorlar ve yüreklerini bu rüyalar sırasında kademe kademe onun endamındaki irtifa üzerinde yükseltiyorlardı. Yine hepsi, kendilerine yüklenen vazifeyi nasıl göreceklerini düşünerek ızdıraplı bir heyecan geçiriyorlardı. Çünkü Kubat Çavuş onların gözüne uçsuz bucaksız bir güzel vadi gibi görünüyordu ve zavallıların idraki bu renk dolu, ziya dolu vadinin sonsuzluğu içinde sersemleşiyordu.

      Duçe de sersemdi, bir çınar dibine düşmüş cılız bir sarmaşık durumunda olduğunu seziyor ve bu kudretsizlikten utanıyordu. Bununla beraber vazifesini, çevirmek istediği dolapları unutmuyordu. Onun için salona girer girmez çehresini ciddileştirdi, küme küme yerlere eğilen başlara keskin bakışlarıyla cüret ve zekâ dağıtmaya koyuldu, sonra Kubat Çavuş’a sokuldu.

      “Asaletmeap…” dedi. “Size bir sürpriz hazırladık.”

      Ve onun sormasına meydan vermeden eliyle salonun en uzak köşesini gösterdi:

      “İki Türk misafirimiz daha var. Umarım ki Venedik’te ve duçeler sarayında iki hemşehri görmek, ana dilinizi duymak hoşunuza gidecektir.”

      Kubat Çavuş, haber verilen cemilenin kıymetini geniş bir tebessümle duçeye hissettirdikten sonra başını çevirdi.

      “Bir değil…” dedi. “İki hatta üç sürpriz. Çünkü davet ettiğiniz adamlar gelişigüzel birer Türk olsaydı, yine memnun olacaktım. Hâlbuki onlar bizim yurdumuzda adları masallara geçmiş babayiğitlerdir, çok ünlü denizcilerdir. Birine Deli Cafer, birine Kara Kadı derler. Akdeniz’in dalgaları da balıkları da onları tanır. Kendilerini önüme çıkarmakla iki sürpriz birden yapmış oluyorsunuz. Çok teşekkür ederim.”

      Merakını yenemeyen Duçe sordu:

      “Üç sürpriz var buyurmuştunuz?”

      Kubat Çavuş, iki Türk denizcisinin oturduğu köşeye doğru elini uzattı:

      “Bizim kurtların…” dedi. “Yanındaki kuzuyu kastediyorum. Kurt kucağında kuzu görmek de mühim bir sürpriz değil midir?”

      Küçük