M. Turhan Tan

Safiye Sultan


Скачать книгу

gözüyle, şuuruyla, kalbiyle görmüş bulunuyordu.

      Türkler, duçenin vakarına bakarak, senatörlerin çalımını pabuçlarına çiğneterek, has müşavirleri uşağa çevirerek yürüyorlar ve onlarla konuşurken aslanların tavşanlara birkaç mırıltı ikram etmelerini andıran bir ağız kullanıyorlardı.

      İşte bu müşahede, genç kızın idrakinde garip bir değişiklik, kanaatlerinde yaman bir yıkılış vücuda getirmişti. Evvelce korkunç olarak tanıdığı Türkler, şimdi ona başları yıldızların kucağına yaslanmış dağlar kadar azametli görünüyordu. Bu dağlarda çimenin, çiçeğin, rengin ve ıtırın en güzeli vardı ve onların eteğinde dolaşmak bile insanı bahtiyar bir sarhoşluğa kavuşturabilirdi. O sarhoşluğa ki insani ve vicdani olduğu için gelişigüzel uyanıklıklarla ölçülemezdi, tartılamazdı.

      Bafa, Türk cazibesine kapılmanın benliğinde uyandırdığı kargaşalıklar arasında gemileri karada yürüten kahramanlarla bin Venediklinin toptan beceremeyecekleri işleri bir karış boylarıyla başarıveren cüceleri de sık sık düşünmekten kendini alamıyordu. Henüz müphem, henüz renksiz ve silik olmakla beraber, genç kızın içinde o kahramanların eliyle itilmek, yürütülmek, uçurulmak ve o cücelerin hünerleriyle hayretten hayrete düşürülmek için bir iştiyak var gibiydi.

      Bu rüşeymî duyguda o, yalnız değildi. Salonları dolduran renk renk kadınlar da aynı müphem incizabın, iştiyakın ve ihtiyacın hummasını yaşıyorlardı.

      Bununla beraber Bafa, ruhi bir silkinişle kendini toplamaktan geri kalmadı, Kubat Çavuş’a cevap verdi:

      “İltifat ediyorsunuz, beni şımartıyorsunuz ekselans. Fakat anlıyorum ki benim İstanbul’a gitmemi gerçekten istiyorsunuz. Bu arzunuz acaba benimle sık sık görüşmeye yol bulmak düşüncesinden mi doğuyor?”

      Elçi, litrelerle şarabın sersemletemediği vakur başını şöyle bir kaldırdı. Sofrayı saran kadınları birer birer gözden geçirdi:

      “Türk ili dile alındığı zaman biz Türkler kendimizi unuturuz. Ben de memleketimin güzelliklerini saymaya savaşırken kendimi düşünemezdim ve düşünmemiştim.”

      “O hâlde ekselans?”

      “O hâlde hakikat şudur: Biz Türkler, her şeyin en güzelini memleketimize layık görürüz. Siz de kadın güzelliğinin en yüksek numunelerinden birisiniz, istiyorum ki yurdumuzun bir köşesi sizinle aydınlansın ve sizin ciğerlerinize bizim yurdun temiz havası girsin!”

      Manalı manalı Deli Cafer’in, Kara Kadın’ın yüzlerine baktı.

      “Siz de…” dedi. “Benim gibi düşünüyorsunuz, değil mi? Öyleyse, ulu Tanrı’nın şu güzel Bafa’yı Türk yurduna nasip etmesi için candan, yürekten dua edelim, sofradan da kalkalım!”

      Kadınlardan fazla sarhoş olanlar, “Kıskandık ekselans. Bizi güzel bulmuyorsunuz demek.” gibi sözlerle sarkıntılığa yeltenirlerken, Kubat Çavuş kalktı, Bafa’yı Deli Cafer’in koluna taktı, çakırkeyif madamlardan birini de Kara Kadı’ya yoldaş etti, kendisi duçenin koluna girdi.

      “Siz…” dedi. “Yalnız dinlediniz, biz de boyuna konuştuk. Şimdi vaziyetlerimiz değişecek: Dinleme nöbeti bize, konuşma sırası size gelecek!”

      Duçe Jerom, iliğine kadar sevinç içindeydi. Çünkü Don Mikez’in Topkapı Sarayı’ndaki seyislerden farksız olduğunu öğrenmiş ve Kor-fu valisinin İstanbul’a balyos olarak gönderilmesi hâlinde birçok kazançlar elde edileceğini de sezmiş bulunuyordu. Bu büyük müjdeleri kendiliğinden vermiş olan elçi Kubat Çavuş’u memnun etmek için günlerce konferans vermeye, nutuklar sıralamaya razıydı. Hâlbuki ziyafet programı, kendisine öyle bir külfet yüklenmesine imkân bırakmıyordu. Yemekten sonra müzik vardı. En şöhretli üstatlar, en kıymetli besteleri -elçi bey şerefine- terennüm edeceklerdi. Daha sonra komik ve trajik sahneler gösterilecekti, arada dans edilecekti.

      Duçe, bütün bunları elçi beye hatırlattı ve programın madde madde tatbik edilmesi için izin istedi. Kubat, kendi dolabını çevirmekle meşgul olduğundan bu ricaya ciddi bir ilgi göstermedi, sade bir “hayhay” deyip Kara Kadı ile gizli bir muhavereye girişti. İki Türk ana dilleriyle fakat dudak dudağa konuşuyorlardı. Kelimeleri yanı başlarındaki Deli Cafer’e bile duyurmaktan çekiniyorlardı. Garip olan nokta, Deli Cafer’in -tek kelimesini duymadan- o muhavereyi anlar gibi davranması ve ara sıra Kara Kadı’ya gözüyle, kaşıyla fikirler telkin etmesiydi. Yetmişlik deniz kurdu, bu telkinleri yaparken, diz dize oturduğu güzel Bafa’ya bir şey sezdirmemeyi de göz önünde tutuyor ve eski Türk düğünlerini anlatmak suretiyle toy kızın idrakini kendi iradesi altında bulunduruyordu.

      Program işte bu vaziyette madde madde tatbik ediliyordu. Elçi beyle hemşehrilerini eğlendirmek yolunda her zahmet ihtiyar olunuyordu. Bir kısım kadınların programa dâhil olmayan numaraları ise gerçekten eğlenceliydi. Venedik hazinesinin altın kitabına adlarını sokmak fırsatını kaçırmış olduklarını anlayan bu madamlar, şaraptan aldıkları ilham ve kuvvetle, üç Türk’ten birinin mahrem hatıraları arasında yer almaya çalıştıkları için programa bağlı oyunları kıymetsizlendirecek hünerverlikler gösteriyorlardı, akla ve hayale sığmaz vesileler bulup elçinin, Deli Cafer’in, Kara Kadı’nın kolları arasına yükselmeye savaşıyorlardı.

      Onlar, istihzaya da tenezzül etmekten uzak bir durumdaydılar, sadece vakur idiler, düzinelerle kadın gözünün -her çeşit sadakayı kabule hazır- birer keşküle döndüğü ve o kadınlardan birçoğu -çeşit çeşit kelime oyunları yaparak- aşk dilenciliğini açığa dahi vurdukları hâlde Elçi Kubat da denizci Türkler de temiz bir mermer kayıtsızlığı içinde kendi muhaverelerine devam ediyorlardı.

      Hücuma geçen kadınlar son hamlelerini dansa saklıyorlardı. Fakat Türkler, alafranga oyun bilmediklerini ileri sürerek raksa kalkmadıklarından o hamleler de ancak yüreklerde kaldı. Zaten vakit de ilerlemişti, tan yeri yavaş yavaş ağarmaya başlamıştı. Kubat Çavuş bu vaziyette, meftur gönüllere merhem sürmek nezaketini gösterdi. Belindeki kuşağa takılı kutulardan ikincisini açtı, önündeki masaya küçük çapta birçok şişeler saçtı.

      “Hanımlar…” dedi. “Bu şişelerde memleketimin en güzel kokularından birer parça vardır, gelin yağma edin!”

      Ve çığlıklı kısa bir lahza içinde şişelerin yağma edilmesi üzerine iki elini göğsüne kavuşturarak şöyle bir tebliğ yaptı:

      “Gevşek davranıp yahut beceriksizlik edip koku alamayanlar benim konukladığım eve gelebilirler, diledikleri kadar koku alırlar. Şimdilik bize izin.”10

      Duçe, basit bir teşrifat memuru gibi yan yan yürüyerek elçi beye yol göstermek kaygısına düştüğü sırada Kubat Çavuş, Deli Cafer’le Kara Kadı’ya ve Bafa’ya döndü:

      “Buyurun öne düşün. Bize düşen ardınızda yürümektir. Fakat sizi ve bizi saatlerden beri nur içinde yaşatan küçük hanıma da ‘Yine görüşelim.’ demeyi unutmayalım. Hepimizin yolu ayrı ama ulu Tanrı’nın ne yapacağı bilinmez. Ben İstanbul’a gideyim derken İngiliz adalarına düşerim, siz Fas yoluna dümen kırmışken Kıbrıs’a düşersiniz. Matmazel de Korfu’ya giderken İstanbul’a düşebilir.”

      Bafa gülümsedi.

      “Böyle bir yanlışlığın…” dedi. “Vukuya gelmesini temenni ederim ekselans!”

      “Tanrı işitsin küçük hanım!”

      Duçeyle Kubat, iki deniz kurdunu büyük kanalın bir köşesinde bekleyen kayıklarına kadar teşyi ettiler, oradan geri döndüler. Elçi, ertesi gece için kendilerini yemeğe davet etmek istemişti. Deli Cafer, İtalyanca olarak af diledi,