M. Turhan Tan

Safiye Sultan


Скачать книгу

biliyorsun, değil mi?”

      “Duymadım ama anladım!”

      “Verdiğimiz kararı beğendin mi?”

      “Beğenmeye beğendim lakin ava kim sahip olacak?”

      “Kubat’a kalırsa hünkâr. Bana kalırsa biz!”

      Deli Cafer, bir nebze düşündükten sonra sağ elini ağır ağır kaldırdı, arkadaşının omzuna koydu.

      “Hayır.” dedi. “Kubat da yanlış düşünmüş, sen de. Allah nasip eder de avı yakalarsak Manisa’ya götürelim. Doğacak güneş, batmak üzere olan güneşten daha hayırlıdır. Batacak güneşin ışığındaki hastalık da caba!..”

      II

      BAHT YOLU MU TAHT YOLU MU?

      Galerya denilen harp gemilerinden biri, denize düşmüş yüzgeç ve şişman bir güvercin gibi Adriyatik’ten cilveli bir yalpalayışla süzülüp cenuba doğru iniyor. Deniz sanki heyecanlı bir göğüs, kabarıp kabarıp duruyor, titiz ve hırçın değil. Şu galeryayı yavaş yavaş sallanan beşiğe benzetmemiş olsa sakin bile sanılacak. Bu zararsız oynaklık gemide bulunanlara da gülüp oynamak ihtiyacı aşılamış olmalı ki güverte düğün salonunu andırmada. Gülen gülene, oynayan oynayana…

      Bu neşenin müdürü kaptan gibi görünüyorsa da gönüllerin başka bir mihraka bağlı ve fikirlerin başka bir mihraba takılı olduğu belli. Kaptan, mabetlerdeki resmî önder durumunda, cemaatin onunla değil, azametine ve kudretine iman taşıdıkları mabut ile ilgilendikleri belli!

      Orada o harp gemisi güvertesinde mabut, Venedik’te tanıdığımız Bafa’dır. Tacir ve siyaset bakımından facir Cumhuriyet’in en şöhretli kaptanlarından Venyeri Loredano’nun kumandası altındaki bu kıvrak gemi, duçeyle senatonun mühim emirlerini, Korfu’ya, Kıbrıs’a ve Girit’e götürmek için yola çıkarmıştır. Loredano, aynı zamanda, Sinyorita Agripin Bafa’yı babasına teslim etmek vazifesini yüklenmiş bulunuyor. Fakat Cumhuriyet, kendisinden birçok siyasi hizmetler beklediği Bafa’nın yolda bir aşk kazasına uğramasından yahut deniz tutması gibi bir arizanın ızdırabı arasında başka bir tutkunluğun hummasına da yakalanmasından korktuğu için yanına birbirini kıskanan ve birbirinin aleyhinde yıllardan beri dolap çevire gelen asil ailelere mensup iki de muhafız katılmıştır. Bunlardan birinin adı Viktor Suranço, öbürününkü Piyetro Kapitano’dur.

      Her iki asilzade, dediğimiz gibi, birbirinin kanına susamış vaziyettedir. Gerçi görünüşte dostturlar hatta kardeş sanılacak kadar samimidirler. Lakin siyaset yolunda biri öbürüne daima kuyu kazmak, pusu kurmak ister. Vatana taalluk eden herhangi bir mevzuda -belki bir asırdan beri- Suranço ve Kapitano ailelerinin dil birliği, fikir birliği gösterdikleri görülmemiştir. Onlardan birinin ak dediğine öbürü mutlaka kara der. Yalnız bir noktada Suranço çocuklarıyla Kapitano mensuplarının birleştiği vakidir. Loredanolulara düşmanlık! Venedik duçesiyle baş müşavirleri işte bu hakikati göz önünde tutarak ve Bafa’yı herhangi bir kazadan korumayı emel edinerek Korfu’ya gidecek harp gemisine Loredano ailesinden bir kaptan seçmişler, onu kontrol için de yanına Surançolardan, Kapitanolardan birer asilzade tayin etmişlerdi..

      O devirde İtalya’nın ne yaman bir ahlak bozukluğu içinde bulunduğunu kavrayabilmek için meşhur Makyavel’in (Machiavelli) hikâyemize rastlayan tarihten kırk yıl evvel öldüğünü ve onun siyasette yalancılığı, ikiyüzlülüğü, fitnekârlığı, nifakçılığı tavsiye eden eserinin basılmasından ise -Bafa’nın Korfu’ya doğru yollandığı yılda-henüz otuz altı sene geçtiğini hatırlamak kâfidir. Venedikliler başta olmak üzere bütün İtalyanlar o sırada Makyavel’e layık bir vatandaş olmaya çalışıyorlar ve İncil’i bir köşeye atıp bütün dikkatleriyle Makyavel’in “Prens”ini okuyorlardı.

      Bu meşhur ahlaksız adam, malum olduğu üzere, kuvveti yegâne ilah olarak tanımış ve kuvvetlenmek uğrunda -dinî, içtimai, ahlaki- her türlü mukaddes mevzuların inkâr edilmesini caiz görmüş idi. Onun mezhebinde aile bağlılığı, ahdüpeyman kaygısı, şeref ve haysiyet endişesi, vicdan düşüncesi yoktur. Siyasetin manası onca “muvaffak olmak”tan ibarettir ve bu manayı tahakkuk ettirmek için de her şeyin -yalancılıktan muhabbet tellallığına kadar her kepazeliğin- yapılması caizdir.

      Fakat Makyavel, siyasette muvaffak olmak meselesini her şeyden ziyade “tefrika”dan bekleyen bir diplomattır. Bundan dolayı şakirtlerine ve vatandaşlarına, “İlkin parçala, dağıt. Sonra ez, hâkim ol!” demişti. Venedik Cumhuriyeti -Makyavel’in adı sanı ortada yokken-bu çeşit siyaseti takip etmekte ve bütün muvaffakiyetlerini de o siyasetteki maharetine borçlu bulunmakta idi. Makyavel’in eserleri, birer ahlaksızlık İncil’i gibi İtalya’nın her köşesine yayılınca dost devletlerin, komşu hükûmetlerin idari ve içtimai ahengini -bin türlü entrikalarla- bozmak, o devletler halkını parti parti ayırarak boğaz boğaza getirmek siyasetinde kullanılacak eller bulmak daha kolaylaşmıştı. Venedik politikacıları bu kolaylıktan dâhilî siyasette de istifade etmeyi düşündüklerinden Makyavelizmin kendi aralarında da tatbikine girişmişlerdi, mükemmel bir casus şebekesi kurarak ve asil aileleri birbirine düşman etmekten başlayarak öz yurtlarında yaman bir tefrika vücuda getirmişlerdi.

      İşte Akdeniz adalarından birkaçını dolaşacak olan fakat ana vazifesi güzel Bafa’yı Korfu’ya götürmekten ibaret bulunan şu harp gemisinde birbirine düşman üç aileden birer kimsenin bulunması da o tefrika siyaseti yüzündendi. Fakat duçeyle senato, Loredano’yu Suranço’nun, onu Kapitano’nun ve Bafa’yı da her üçünün murakabesi altına korken tam Makyavelvari davrandığı için gemide kimsenin vaziyetten haberi yoktu. Ondan ötürü de umumi neşe yerindeydi, asilzadeler ve gemi zabitleri -heyecanlı bir göğüs gibi kabarıp kabarıp inen- mavi deniz üzerinde gülüyorlar, eğleniyorlardı.

      Gemidekiler -garip bir tesadüf(!)– hep gençti, Kaptan Loredano henüz otuz yaşındaydı. Kıbrıs Kumandanı Marko Antonio Bragadinoya, senatonun mahrem emirlerini tebliğe memur olduğunu söyleyip duran Viktor Suranço, Loredona’dan üç yaş küçüktü. Korfo’daki istiratyotlara (muntazam süvari) kumandan tayin edilmiş olan Piyerto Kapitano ise her iki asilzadeden büyük olup otuz beş yaşlarında görünüyordu. Gemi zabitleri ortalama bir hesapla aynı yaşlarda bulunduğundan güvertedeki umumi neşeyi tabii görmek lazım geliyordu.

      Lakin bir hakikati de unutmamak gerek: Geminin kaptanı, topçubaşısı, silahendazlar başbuğu, dümencisi, hesap memuru, bunların muavinleri, asaletmeap Viktor Suranço ve Piyerto Kapitano, aralarında Bafa bulunmasaydı, yine böyle kahkahalar savurarak, çeşit çeşit oyunlar yaparak mı seyahatlerine devam edeceklerdi? Muhakkak ki hayır. Onları böyle harekete geçiren hep o yavrucağızın güzelliğinden yüreklere sızan, yayılan alevlerdi. Herkes, büyük ve küçük rütbede herkes, ona yaranmak ve kendini beğendirmek istiyordu. Lakin kız, her yere ışığını döküp de hiçbir yerin kaygısını taşımayan güneş gibi onların hülyalarına karşı kayıtsızdı, oturduğu yerden gözlerini denize vererek derin derin düşünüyordu.

      Bir dişi, otuz erkek!.. Bu, bir kemik ve otuz köpek demekti. Fakat ortadaki nimetle o nimete midelerini açanlar arasında şuurun hâkim oluşu hırlama, boğaz boğaza gelme gibi vaziyetlerin belirmesine mâni oluyordu, Yani kemiğe herkes geviş getiriyor fakat kimse pençe atamıyordu. İşte insanla hayvanı ayırt eden kuvvetlerden biri de budur. İnsan, kalabalıkta veya kanunun tazyiki altında ihtirasına hâkim olur. Hayvan, böyle bir ihtiyatkârlık gösteremez!

      Bununla beraber kemiğe göz dikenler, yavaş yavaş ve derece derece şuurlarını da kaybetmek istidadındaydılar. Engin bir deniz, ılık bir hava, hudutsuz bir gök, hüsnün cazibesini çoğaltmakta, kalbin mukavemetini azaltmaktaydı. Tabiat denizin sesinde, göğün renginde, havanın ılıklığında hep aynı emri fısıldıyor; “Seviniz, sevişiniz!”