M. Turhan Tan

Safiye Sultan


Скачать книгу

ışığına sarılmışlardı. Yeni bir sersemliğin vecdini yaşıyorlardı.

      Kaptan Loredano, en cesur dil oldu ve yılışa yılışa Bafa’ya sokularak yaltaklandı:

      “Otuz erkek…” dedi. “Gözünüzü denizden çeviremedi. Çok dalgındınız, galiba Venedik’i düşünüyordunuz?”

      Asil Suranço, Lerodano’yu kıskandı. Başka bir ağza düşmek üzere bulunan kemiğe sokulmakta tehalük gösteren mahluklar gibi hemen atıldı:

      “Sinyoritanın…” dedi. “Korfo’yu düşündüğüne eminim. Çünkü istikbal, geride değil ileridedir. Gemi de bizi adım adım ileri götürüyor.”

      Genç Kapitano da bir şeyler söylemek ve hiç olmazsa harharasını hissettirmek istiyordu. Fakat Bafa, aptal kadınlar yüreğinden başka hiçbir duygu kaynağı üzerinde dalga yaratamayacağına kanaat beslediği bu üç miskin heyecanı zarif bir dudak bükümüyle tezyif ettikten sonra, yüzü denize çevrili olduğu hâlde düşüncelerinin hakikatini onlara bildirdi:

      “Ne düşündüğümü keşfedemediniz. Şu engin denize saatlerce kapanan bir muhayyile, ne Venedik ne de Korfo üzerinde bu kadar uzun müddet oyalanabilir. Hele genç bir kızın şuurunu saatlerce esir eden mevzu mutlaka deniz kadar engin olmak lazım gelir. Venedik böyle bir vaziyette bir parça köpük, Korfo da bir tutam su hükmünde kalır.”

      Ve ortaya atacağı hakikatin, o budalaları bir kat daha alıklaştırması için kelimelere yüksek bir tınnet vererek ilave etti:

      “Türkleri düşünüyordum!”

      Kıza hayli sokulmuş olan üç asilzade gibi gerilerde kalan erkeklerin de yüzleri soldu, gözleri bulandı, derileri üzerinden bir soğuk seyyale geçti ve bütün başlar ihtiyarsız denize çevrildi. Hepsi, istisnasız olarak hepsi, gözlerinin görme hududu dışında Türk korsan gemilerinin dolaştığını kuruntuluyorlar ve engin bir boşlukla uzanıp giden denize korka korka bakıyorlardı.

      Ne ileride ne geride ne sağda ne solda bir yelken hatta bir gölge görünmemesi -yine öbürlerinden önce- Loredano’yu cesaretlendirdi ve dillendirdi. Fakat asilzade kaptan, Bafa’nın Türkleri yükselten sözlerini, o ilk korku sırasında, unutuverdiğinden mevzuyu tahrifle söze girişti:

      “Sinyorita…” dedi. “Bu nasıl söz? Karşınızda Loredanoların kanını taşıyan bir kaptan var. Hangi Türk korsanı, bir ‘Cali Bey’ olmak ister ve önüme çıkmak alıklılığını gösterir?”11

      Bafa, acır veya iğrenir gibi budala gencin yüzüne uzun uzun bakarken Kapitano, deminki sükûtunun elemini merhemlemek istedi, söze karıştı:

      “Muhterem Loredano, dedesinin babası tarafından bir buçuk asır evvel Gelibolu önlerinde kazanılan deniz zaferini hatırlatmak istiyor. Müsaade ederseniz ben de aynı yıllarda bir ‘Kapitano’nun Osmanlıları Kesendire’den tart, Kristopolis Kalesi’ni (Kavala) onlardan zapt ettiğini size hatırlatmakla müftehir olacağım. Söylemeye hacet yoktur ki o Kapitano’nun asil kanı, hiç bozulmadan bu kölenizin damarlarında dolaşıyor.”

      Suranço, bir suçlu gibi kötü kötü düşünüyor ve öbür asilzadelerden -cesur kan itibarıyla- geri kalmaktan ürkerek -işe yarar bir tarih hatırası bulmak için- hafızasını yorup duruyordu.

      Bafa da gözlerini ona dikmişti ve maskaralık yarışında bu sersemin nasıl davranacağını öğrenmek istiyordu. Suranço, işte bu müstehzi bakış altında bir iki asır evvelki Venedik tarihini hatırladı, dedelerinin o devirlerde neler yaptıklarını göz önüne getirebildi ve üç beş kere öksürdükten sonra, “budala mağrurlar” kafilesine katılarak şu cevheri yumurtladı:

      “Asil arkadaşlarıma son derece müteşekkirim. Çünkü dedelerini yüksek huzurunuzda münasebet getirerek anmakla beni de büyük ceddim Civani Suranço’nun aziz hatıraları arasına sürüklediler, heyecanlandırdılar. Loredano da Kapitano da bilirler ki Gelibolu ve Kesendire zaferlerini kolaylaştıran büyük ceddim olmuştur. Çünkü o, Venedik’ten kalkarak ve bin türlü güçlükler yenerek Konya’ya kadar gitmiş, Karamanoğulları’nı, Osmanoğulları aleyhine ayaklandırmıştı.”

      Bafa, yüzlerine tükürmek istediği bu şımarık gençlerin o biçim davrandığı takdirde utanacak yerde, kıvanç duyacaklarını sezdiğinden tükürüklerini heder etmedi. Lakin ölülerin kahramanlığını kendilerine mal etmeye savaşan budalalara edep ve izan dersi vermekten de kendini alamadı:

      “Gelibolu nerede, Kesendire nerede, Konya nerede ve yüz elli yıl evvel yurtlarına alın açıklığıyla hizmet eden Loredanolar, Kapitanolar, Surançolar nerede?.. Cüret, zekâ, haysiyet, bilgi ve namus; para gibi, ev gibi, ad gibi soydan soptan miras kalsaydı, dünyada hiçbir değişiklik olmazdı. Ne yazık ki Gelibolu önünde bir deniz harbi kazanan Loredano’nun torunları henüz bir zafer kazanmamışlar hatta harbin yüzünü görmek imkânını bulamamışlardır. Kesendire kahramanının torunları da aynı durumdadır. Şu hâlde bir tarih satırını bütün bir ömür ve bütün bir aile, zerre zerre yemekten vazgeçmeli, kabilse, o satıra birkaç kelime ilave etmeli.”

      Bir lahza durdu, sonra yüzünü buruşturarak içindeki bulantıyı kelime hâlinde heriflerin idrakine kustu:

      “Dedelerinizi tanıyorum, Türklerin de nasıl bir cihan olduklarını öğrenmiş bulunuyorum. Fakat siz, mümkün olsa da kendileriyle övündüğünüz dedelerinizle yüz yüze gelseniz, onların kanını taşıdığınızı güç ispat edebilirsiniz. Onun için tarihi rahatsız etmeyelim, susalım.”

      Asil olmayanlar yüreklerinde bir tat dolaştığını duyarak için için gülümsediler. Asalet gururuyla bir gemi güvertesinde tarihî hatıraları şahlandırmaya çalışan budalalar ise sillelenmiş gibi kızardılar, sustular. Bafa’yı gücendirmemek kendilerince zekâ borcu ve hülya vecibesi olduğundan şu ağır hakarete tahammül ediyorlardı. Önlerine bakıp dilsizleşiyorlardı. Zaten bahsin münakaşaya tahammülü de yoktu. Bafa, kendilerinden belki daha asil bir ailenin çocuğuydu. O, geçmiş günlerle gıdalanmanın ahmaklık olduğunu söyledikten sonra, kendilerine ancak susmak düşerdi.

      Bafa, Türklerin ismini andığı zaman saygı göstermeyen ve bu edepsizlikle de iktifa etmeyerek Türklerin ufak mikyastaki askerî talihsizliklerini dile alan budalalara güzel bir ders verdiğinden dolayı memnundu, sırtını onlara ve yüzünü denize çevirerek gülümsüyordu.

      Yarım saat evvelki velveleyle şimdiki sükût garip bir tezat teşkil ediyordu. O geniş güvertede sinek uçsa vızıltısı herkesin kulağına çarpabilirdi. Çünkü bütün erkekler ve onların iradesini topuğuna bağlamış olan Bafa, susuyordu.

      Koca gemiye enikonu ıssızlık havası dolduran bu sükûnet belki yarım, belki bir saat sürdü. Tayfadan birinin alı al, moru mor bir durumda ansızın ortaya çıkıp ve Kaptan Loredano’nun önüne gelip “Sinyor, sağımızda bir gemi var!” diye verdiği haber, ortalığı telaşa vermeseydi daha da sürecekti.

      Fakat o beş kelime, beş gülle gibi ortalığı altüst etmişti, herkes elini siper yapıp gözünün bütün kudretiyle denizi tarassuda girişmişti ve çenelere bir gevezelik musallat olmuştu. Konuşmayan yoktu, dinleyen görünmüyordu. Yarım saat sonra görünen geminin Türk bayrağı taşıdığı anlaşıldığından vaziyet büsbütün değişti, kaptandan en basit nefere kadar bütün erkekleri korkuyla karışık bir heyecan kapladı.

      Gerçi Türklerle Venedikliler o sırada dosttular. Hatta bir Türk elçisi -bildiğimiz veçhile- Venedik’te cumhurreisinin misafiriydi, tantanalı ziyafetlerle ağırlanıp duruyordu ve şu hâle göre de Türk bayrağı taşıyan bir gemiye uzaktan korka korka bakmak manasızdı. Lakin bütün Akdeniz’de dolaşan gemiciler, Türk korsanlarının Osmanlı İmparatorluğu ile Venedik Cumhuriyeti arasındaki sulhe -otuz