dibinden fırlayıp şuraya buraya dağılmış kimseler değildi. Her milletin efradı gibi onlar da bir babayla bir ananın vücuda getirdiği mahluklardı. Lakin düşünce, duygu, cüret ve hareket bakımından kimseye benzemiyorlardı, tabiata tahakküm için yaratılmış görünüyorlardı, işte bu üstünlük, o menkıbenin anlatılması sırasında, her kadının idrakinde derece derece tebarüz ettiğinden topunu birden tatlı bir şaşkınlık istila edivermişti. Koca koca harp gemilerini karada yürüten Türklerin bir kadın kalbini ne yükseklere ve ne derinliklere götürebileceğini o şaşkınlık arasında düşünmeye savaşanlar ve bu düşüncenin hazzıyla yarı baygınlaşanlar da vardı.
Deli Cafer, işte bu umumi ve derin hayret içinde sözünü bitirdi, yüzünü Bafa’ya çevirdi:
“Turgut Reis’in yanında o gün ben de vardım, Kara Kadı da vardı. Bir koyun sürüsünü suya götürür gibi şarkı ırlıyarak gemileri yürütmüştük. Fakat kuvvet bizim değildi, Turgut’undu. Ona da bu iktidar aşktan geliyordu.”
Bafa, ruhları dalgınlaşan o cemaat içinde ilk uyanan idrak oldu ve mahmur mahmur sordu:
“Turgut Reis âşık mıydı?”
“Evet, âşıktı.”
“Kime?”
“Savaşa!”
Bu kısa cevabın en büyük bir hakikat taşıdığını -aşkla, şevkle-anlatmaya da girişecekti. Fakat Türk celadetini, Türk hamasetini, Türk dehasını tek bir menkıbenin canlı çerçevesi içinde Venediklilere seyrettirmeyi siyaset bakımından doğru ve gerekli bularak Cerbe vakasını Deli Cafer’e naklettirmiş olan Elçi Kubat Çavuş araya girdi:
“Kara Kadı amca…” dedi. “Senden de Nasuh ile Cafer’in hikâyelerini dinleyelim. Bir harp hikâyesinden sonra tatlı bir kıssa dinlemek sinir yatıştırır.”
Ve duçeye hitap ederek nasıl bir mevzu seçtiğini izah etti:
“Nasuh ile Cafer, Kara Kadı amcanın cüceleridir. Ne Osmanoğulları sarayında ne Çin-i Maçin’de ne de bir başka yerde onlardan daha küçük boylu insan yoktur. Rahmetli Sultan Süleyman bu minimini mahlukları haber alınca kendilerinin değil, sahibi olan Kara Kadı’nın ağırlığınca altın verip onları sarayına almak istedi. Fakat o sırada bu ammiler devlet hizmetini bırakıp savuşmuşlardı. İzlerini bulmak, cüceleri almak mümkün olmadı.”
Kara Kadı’ya bakarak sustu, o da bu bakıştaki manayı anlayarak anlatmaya koyuldu:
“Nasuh’la Cafer, bir boydadır, bir çaptadır. Teraziye koyuşumda ağırlıkları bir gelir. Ne yarım dirhem aşağı ne yarım dirhem yukarı. İkiz olmadıkları hatta bir memleket halkından bulunmadıkları hâlde, birbirlerine denk olmaları, yüzce de benzer görünmeleri şaşılacak bir şeydir. Ben her ikisini birlikte terbiye ettim, okuttum, yetiştirdim. Şimdi Nasuh kaç dil bilirse Cafer de o kadar dil bilir. Cafer ata ne kadar iyi binerse Nasuh da o kadar güzel at kullanır. Nişancılıkta, cirit oyununda, yüzmekte, gemi kullanmakta ikisi de birinci sınıf ustalardandır. Fakat biri öbürkünden üstün değildir. Zavallıların beceremedikleri tek bir sanat var: Pehlivanlık! Cüsseleri müsait olmadığından o sanatta yaya kaldılar.”
Herkes bu uzun övüşleri -alık alık ve ağızları açık- dinlerken Bafa sordu:
“Cücelerinizin boyları ne kadar?”
“Benim elimin ölçüsüyle üç karış!”
Bafa’nın gözü Kara Kadı’nın kalın ve kuvvetli eline kaydı, koca koca gemileri birer kuzu uysallığıyla karada yürüten o elin kalınlığına ve kuvvetliliğine rağmen fazla bir uzunluk taşımadığını gördü:
“Benim elimle…” dedi. “Beş karış demek. Çok küçük şeyler. Nerede buldunuz bunları?”
Kubat Çavuş müdahale etti:
“Nerede bulunduğunu öğrenmekten bir şey çıkmaz. Şimdi nerede bulunduklarını sorunuz ki talihiniz varsa kendilerini görebilirsiniz.”
Kara Kadı, derin derin Bafa’nın yüzüne baktı ve ağır ağır cevap verdi:
“Cücelerim gemidedir, gemi de biliyorsunuz, Venedik limanındadır. İsteyen teşrif eder, cücelerimi görür, kendileriyle konuşur.”
Bafa, içini çekti.
“Yarın…” dedi. “Yorgunum, öbür gün hazırlıklarımı tamamlamaya mecburum, daha öbür gün yolcuyum.”
Deli Cafer de Kara Kadı da -heyecanla- sordular:
“Ay yolculuk mu var?.. Nereye?”
“Korfu’ya, babamın yanına gidiyoruz. İki gün sonra Venedik’ten ayrılacağız.”
Elçi Kubat Çavuş’un kaşlarını kısa bir lahza çatıklaştıran heyecanlı tavırlarının manasızlığını, daha doğrusu yersizliğini anlamış olan deniz kurtları, soğukkanlılıklarını ele almışlardı. Bafa’nın yolculuğunu vesile yaparak ve onun dilbaz, canbaz, sihirbaz, dekkebaz cüceleri görmekten korktuğu için Korfu’ya kadar kaçmaya hazırlandığını söyleyerek şakalaşıyorlardı. Kubat Çavuş bir müddet bu şakalaşmayı dinledi, sonra kendi de latife ediyormuş gibi görünerek bahse başka bir mecra verdi:
“Sevgili amcalarım…” diyordu. “Küçük hanım bilinmez ve bulunmaz bir yere gitmiyor ki. Korfu, hepimizin bildiğimiz bir yer. Otuz yıl önce, Venedikli dostlarımızla orada küçük bir güreş de yapmıştık, galip, mağlup belli olmadan ayrılmıştık. Siz, dilediğiniz zaman adaya gider, küçük hanıma cücelerinizi gösterebilirsiniz.”
Ve sonra kafataslarının içine, yüreklerin en gizli köşelerine bakar gibi görünen kudretli gözlerini Bafa’nın latif yüzüne dikti.
“Ben…” dedi. “Duçe cenaplarına rica edeyim, siz de babanızı balyosluğu kabul için kandırınız, Korfu’dan İstanbul’a gidiniz. Orada, harp filolarını, koyun sürüsü gibi ıslık çala çala yürüten şu babayiğitlerin binlercesine, hikâyelerini dinlerken ağzınızın sulandığını duyduğunuz cücelerin daha mükemmellerine ve her şeyin en iyisine rast geleceksiniz. İstanbul, Türk olalıdan beri, Tanrı’nın beğendiği yerlerden biri olmuştur, Orada şimdi hava, biraz cennet kokusu taşır. Su, enikonu kevserleşir. Güneş ise bütün İstanbulluları örten kızıl ipekten işlenmiş bir mantoyu andırır. Bu manto, büyülü olduğu için yazın serinlik, kışın sıcaklık hissettirir ve hiçbir mevsimde üşütmez, terletmez. Ya mehtapları…
Sizi inandırmak için dinime yemin ederek söylüyorum: İstanbul’un her mehtabı hemen hemen sizin kadar güzeldir.”
Bafa “Ne güzel yalan söylüyorsunuz elçi bey!” diye kahkahayı koparırken Kubat Çavuş, etrafındakileri telaşa düşürecek derecede ciddileşti.
“Dinime…” dedi. “Yemin ettiğimi söylediğime göre, sözlerime inanmanız lazım gelir. Siz, buralardan görünen mehtaplar kadar değil, İstanbul’un akıllar alan, yürekler hoplatan mehtapları kadar güzelsiniz. Öğüdümü kabul eder de İstanbul’a giderseniz her ay beş altı gün göğe asılan o nurdan aynada kendinizi görebilirsiniz.”
Bunlar, bu sözler Bafa’nın şuuru üzerinde silinmez izler bırakıyor ve sinirlerine karışıklık veriyordu. Deli Cafer, Kara Kadı ve Kubat Çavuş, efsunlu bir müselles gibi dimağında hep birden yer almış olup o dimağ, cazip olduğu kadar garip ve garip bulunduğu kadar da cazip olan bu müsellesin incitmeyen sıkleti altında tatlı tatlı sallanıp duruyordu.
Türkleri, toy kalbinin bütün temizliğiyle artık güzel ve yüksek buluyordu. Türklüğe karşı -müstesna bir zümrüt, eşsiz bir inci için duyulan incizaplara benzer- bir temayül hissediyordu.
Bu hızlı kapılışta, aralarına