M. Turhan Tan

Safiye Sultan


Скачать книгу

değil, hiç kimsenin haddi değildir. Zaten Venedikli ile aramızda bugün bir tatsızlık da yok. Zanta için beş yüz, Kıbrıs için sekiz bin duka vergi veriyorsunuz. Arnavutluk gibi, Dalmaçya’daki hudutlarımıza da saygı gösteriyorsunuz. Balyoslarınız nazik adamlar. Nabza göre şerbet vermeyi biliyorlar. Şevketlu efendim size neden incinsin, neden kızsın? Josef Nasi’yi Kıbrıs’a kral mı yapacağız? Rodos gibi, Sakız gibi Kıbrıs’tan hiç de aşağı olmayan adalara kral koymadık da bizim olmayan Kıbrıs için mi kral seçeceğiz… Böyle sözlerin konuşulması çirkin, yayılıp duyulması da tehlikelidir. Aslanla şakalaşılmaz. Bunu da unutmamalıyız.”

      Kubat Çavuş, Osmanlı sarayında dönüp dolaşan dedikoduları Venediklilerin omzuna yüklemekle büyük bir siyaset gösteriyor, aynı zamanda o küme küme kadına verilen vazifeyi kıymetten düşürüyordu. Zeki Çavuş, duçeden en küçük rütbeli Venedikliye, Bafa’dan en çirkin kadına kadar herkesin bu Don Mikez işiyle ilgili olduğunu, kendisini tuzağa düşürüp söyletmek istediklerini kavramıştı. İşret âleminde sinirlenerek bir veya birkaç kadının kalbini kırmamak için meseleyi kökünden söküp atmak istiyordu.8

      Bu açık sözler, Don Mikez hikâyesi üzerinde ısrarı manasızlaştırmakla beraber altın kitaba girmek ümitlerini de silip süpürdüğünden kadınlardan bir kısmı neşesizlenmişti. Fakat Venedik millî hazinesindeki altın kitaptan daha kıymetli olan bir kitapta, Elçi Kubat Çavuş’un yüreğinde bir satır, bir cümle hatta bir kelime veya bir nokta olmak iştiyakını taşıyan madamlar, Don Mikez işinin bu şekilde neticelenmesinden bilhassa memnun olmuşlardı. Çünkü hükûmet hesabına değil, kendi hesaplarına hareket etmek ve heybetli elçiden bir hatıra uğrulamaya çalışmak imkânına kavuşmuş oluyorlardı.

      Fakat Kubat Çavuş, hadiselerin dizginini kendi elinde tutuyordu. Kimseye hamle fırsatı vermiyordu. Nitekim siyasi nutkunu bitirdikten sonra şu veya bu taraftan mukabele edilmesine veya bir teklifte bulunulmasına da imkân bırakmadı. Yüzünü Deli Cafer’e çevirdi.

      “Ammi…” dedi. “İzin verirsen bir ricada bulunacağım.”

      Ve onun tavrını bozmadan “Söyle evlat!” demesi üzerine şu dileği ileri sürdü:

      “Rahmetli Turgut Reis’le bile Cebre çemberinden nasıl kurtuldunuzdu?.. Zahmete katlanıp hikâye edersen bu hanımlar, bu efendiler sayende tatlı bir kıssa dinlemiş olurlar.”

      Deli Cafer, naz etmedi. Fakat gurura da kapılmadı. Sanki herkesin elinden gelir bir işten bahsediyormuş gibi gösterişsiz bir lisanla meşhur Cebre menkıbesini anlattı. Malum olduğu üzere bu menkıbe, Türk denizcilik tarihinde hatta bütün dünya denizciliği tarihinde yegâne sayılan vakıalardandır, bir deha hamlesidir ve şu suretle tekevvün etmiştir:

      Turgut Reis henüz korsanlık hayatı yaşarken Tunus civarındaki Mehdiye Limanı’nı ele geçirmişti. Oradan İspanya, Sicilya ve Napoli sahillerini tehdit ediyordu. İmparator Şarlken, krallar kralı ve taçdarlar taçdarı vaziyetini takınan, tam manasıyla el kıran ve baş koparan kesilip koca Akdeniz’i avcu içine alan bu meşhur Türk’ü o limandan çıkarmak istedi, uzun hazırlıklar yaptı ve bütün Hristiyan âleminin güneşi sayılan Andreya Dorya kumandasında bir donanma yollayarak Mehdiye’yi ansızın muhasara ettirdi.

      Turgut Reis o sırada İspanya sahillerinden vergi topluyordu. Baleara adalarına da aynı salgını tattırarak Mehdiye’ye döndüğü vakit şehrin ve limanın ateşten bir çember içine alındığını gördü, Cerbe Adası’na çekildi.

      Oradan sık sık Tunus kıyılarına geliyor, dört yüz gemiden mürekkep bir filo ile on binlerce kişiden teşekkül eden bir kara ordusuna haftalardan beri kapıları kapalı tutan Mehdiye’ye yardım etmeye savaşıyordu. Bu küçük şehir, o büyük düşman kuvvetlerine karşı tam beş ay göğüs gerdi, her şehide bedel en azından yirmi İspanyol neferi feda ettirdikten sonra bir yığın toprak hâlinde İmparator Şarlken ordusuna teslim oldu.

      Şimdi sıra Turgut’la boy ölçüşmeye gelmişti. Amiral Anderya Dorya, sayısı yüzleri aşan donanmasını Cerbe Adası’na -umulmaz bir günde- götürdü ve meşhur korsanı -kırk yedi gemilik filosuyla-orada bastırdı. Hesap, mantık, akıl, muhakeme ve her şeyi Turgut Reis’in orada ya yanıp kül olmasını yahut Anderya Dorya’ya boyun eğmesini zaruri gösteriyordu. Harbe girişmek düpedüz delilikti ve bu delilikten hayırlı bir netice çıkmasına asla imkân yoktu. Fakat gücünün şiarı muhali mümkün kılmaktı ve o gücün harekete geçtiği yerlerde alevin yakmak, suyun boğmak, kasırganın yıkmak hassalarını kaybettiği çok görülmüştü. Onun için Anderya Dorya’nın limana doğru sürmek istediği gemilere Turgut tarafından yol verilmedi, karaya çıkarılan bataryaların isabetli ateşiyle filo açıklara sürüldü.

      Bununla beraber tehlike, dört yüz harp gemisi hâlinde, Cerbe Limanı’nı göz hapsine almış demekti. Bugün değilse yarın veya öbür gün bu büyük filo o küçük adayı kuru bir çıra gibi mutlaka tutuşturacak, alev alev yakacaktı. Bu vaziyette Turgut Reis’le arkadaşlarına ve gemilerine nasip olacak akıbet ise o çıra yangını içinde tutuşup mahvolmaktan başka bir şey olamazdı.

      Amiral Anderya, bu kanaatteydi, ona yoldaşlık etmekte bulunan kara askeri kumandanı General Toledo bu kanaatteydi, müstakil bir fırkaya başbuğluğuyla şeref veren Sicilya Hıdivi Vega bu kanaatteydi. Minimini bir şehri bir Türk korsanının elinden -fakat o korsanın bulunmadığı bir günde- almak şerefine ortak olmak hırsıyla Mehdiye önlerine alay alay asker getirmiş olan eski Rodos Şövalyeleri bu kanaatteydi. Hatta millî İspanya kahramanlarından Lui Vargas -bir Türk kurşunuyla vurulup ölmeden önce- bu kanaatteydi.

      Belki Cerbeliler de bu kanaatteydi. Fakat başta Turgut Reis olmak üzere Türkler başka bir iman besliyorlardı. Anderya Dorya’ya yenilmeyeceklerine şüphe etmiyorlardı. İşte bu iman onları hep birden harekete geçirdi ve tarihin eşini kaydetmediği bir hamleyle o tuzaktan kurtulmak imkânını kendilerine verdi.

      Hamlenin şerefi, şüphe yok ki Turgut’a aittir. Lakin arkadaşlarının da o şerefte büyük bir hisseleri vardır. Çünkü düşünen başa, yapan el yardım etmezse düşünülen şey, ekseriya hülyadan ibaret kalır. Cerbe’de de Turgut Reis, bütün filonun -düşman ateşine açık duran- limandan kaldırılıp adanın öbür tarafına, düşman donanmasına görünmeyen yönüne götürülmesini düşündü ve bütün reisler, kaptanlar, leventler bu fikri münakaşasız kabul ederek tahakkuk sahasına çıkarmak için ortaya atıldı.

      Fatih’in -İstanbul’u muhasara sırasında- Türk donanmasını karadan yürüterek Haliç’e indirdiğini biliyoruz. Turgut da aynı işi Cerbe’de yapmış gibi görünürse de her iki büyük Türk’ün bu hamlelere giriştikleri sırada bağlı bulundukları şartlar göz önüne getirilirse Turgut’un kazandığı şerefin daha büyük olduğunu kabul etmek lazım gelir. Çünkü Fatih Sultan Mehmet’in yapmak istediği işe engel olacak bir kuvvet yoktu. Ve emri altında on binlerce insan bulunuyordu. Hâlbuki Turgut, korkunç ve hemen hemen hücuma hazır bir donanmanın tehdidi altındaydı, silah arkadaşlarından başka da yardımcıya malik değildi.

      Öyleyken bu yaman işi yapmaya girişti. Bataryaları sık sık işleterek düşmanın gözünü oyaladığı sırada Türk filosunun bulunduğu limandan adanın öbür yakasına kalın tahtalardan geniş bir yol döşetti, bu tahtaların üstüne yağlı bir madde döktürmek suretiyle kayganlık husule getirdikten sonra gemileri tekerlekler üzerine aldırarak geceleyin yürüttü, serbest bir limana indirdi ve hemen yelkenleri şişirip enginlere açıldı.

      O esnada -Turgut Reis’in bütün filosuyla- Anderya Dorya’ya teslim oluşunu seyretmek üzere Sicilya’dan birkaç yüz asilzade geliyordu. Turgut, denize açılır açılmaz onları taşıyan büyük gemiye rastladı ve bir kuru sıkı topla gemiyi durdurarak zapt, içindekileri de esir