sekiz kadırgalık küçük filosuna hücum eden namerdin Venedik amirallerinden biri olmasından ve bu baskın yapılırken de Osmanlılarla Venediklilerin sulh hâlinde bulunmasından ileri geliyordu.
Genç Mürabit, bire karşı on gemi ile ve pusu kurmak suretiyle hücum eden düşmana boyun eğmedi, her Türk’ün yapacağı şekilde hareket ederek harbi, yani ölümü kabul etti. İlkin amiral bayrağı taşıyan kendi gemisi, sonra iki kadırgası yandı, bin beş yüz Türk, bu yangınlar içinde küle çevrildi. Bizzat Mürabit sekiz on yerinden yaralıydı, gemisi batarken denize atılmıştı. Venedik donanması kumandanı Proveditör Cirolamo Cenapları, bir zafer alayında boynuna zincir vurup teşhir etmek için olacak, yaralı aslanı sudan çıkarttırdı, gemisine aldı. Fakat meramına erip de onu Venedik sokaklarında gezdirttiremedi. Zira duçe ve senato, yurtlarının Türk çizmesi altında tarumar olacağını düşünerek pusucu amirali azlettikleri gibi genç Mürabit’in de yaralarını tımar ettirmişler, elini ayağını öpüp affını dilemişler ve iyileşince emrine mükemmel bir filo verip Afrika sahillerine göndermişlerdi. Osmanlı hükûmeti, Mürabit hakkında yapılan son muameleleri tarziye olarak kabul ettiğinden bu hadiseden harp çıkmadı. Fakat Türk korsanları Venedikli kanında nasıl bir yılan zehri dolaştığını anlayıp intikam hırsına kapıldılar, Sen Mark bayrağı altındaki gemileri uzun müddet düşman teknesi saydılar.
Venedikliler ancak ihtiyatlı hareket etmek ve toplu bir durumda sefer yaptırmak suretiyle gemilerini Türk korsanlarının öç ateşinden koruyabiliyorlardı. Arada sırada da -denizin dili yok diyerek- zayıf buldukları gemilere baskın yapıyorlardı. Mesela buğday yüklemek üzere limanlarına gelen tüccar teknelerini zapt etmekten ve bu şakavet, İstanbul’a aksedince de elçi üzerine elçi yollayıp tarziyeler vermekten, tazminat ödemekten geri kalmıyorlardı. Fakat bir filo kumandanlarının -Venedik’e gelmekte olan- bir Türk elçisini denizde -öldürmek, yok etmek kastıyla- takibe cüret etmesi Venediklilerin sulh için içtikleri andın kıymetini, sözlerindeki değeri bir kere daha meydana koyduğu gibi Türk korsanlarının hıncını da sekiz on kat ziyadeleştirdi.
Bu elçi, Yunus Bey adlı bir Türk diplomatıydı. Bir Türk gemisinin Korfo sularındaki Venedik donanması tarafından zapt edilmiş olmasından dolayı, ihtarlarda ve tazminat talebinde bulunmak üzere Venedik’e gidiyordu. O, üç kadırgalık küçük bir filo ile yola çıkmıştı. Cumhur’un dolgun mevcutlu bir donanması -yine denizin dili yoktur kanaatiyle- bu küçük filoyu yok etmek hevesine kapıldı, açık denizde taarruza geçti.
Yunus Bey’i getiren filo, harp için hazırlanmamış ve dost bir devlet merkezine doğru yola çıkmanın verdiği emniyetle zayıf bir durumda bulunmuş olduğundan Cumhur donanmasının hücumuna karşı koyamadı, kaçmaya çalıştı, Himara sahillerinde karaya oturdu. Ora halkı, Türklere saygı göstermediler, hayli sıkıntı verdiler ve Yunus Bey’in rütbesine öğrenince edepli davrandılar.
Bu hadise, Venedik aleyhine harp açılmasını zaruri kılacaktı. Lakin Venedik duçesi, senatosu -İstanbul’un vakayı haber almasından önce- harekete geçti, Yunus Bey’in kadırgaları üzerine yürüyen Kont Grade Niko’yu zindana attı, Korfo sularında bir Türk gemisi zapt eden filo kumandanı Proveditör Kontarini’yi de muhakeme altına aldı, İstanbul’a etraflı tarziyeler verdi, rüşvetler sundu. Fakat Türk korsanları, silahsız elçilere bile hücum etmeyi kabul eden Venedik ahlaksızlığını affetmedi, öç alma siyasetini kuvvetlendirdi.
İşte Bafa’yı taşıyan gemideki asilzadeleri ve kaptanından dümen neferine kadar bütün o cesur denizcilerini renkten renge sokan, telaş içinde bırakan sebep buydu. Görünen geminin korsanlara ait olması ihtimaliydi. Eğer o ihtimal doğru çıkarsa harp muhakkaktı. Yani Türklerin Venedik gemisine saldırmaları yüzde yüz beklenebilirdi ve bu, felaket kelimesiyle de ifade olunamayacak kadar büyük bir talihsizlik olacaktı. Çünkü iki kere ikinin dört etmesi nasıl tabii ise tek bir Türk gemisinin yine tek bir Venedik gemisini haklaması da o ayarda tabiiydi. Hatta manevi veya maddi bir sebeple, göze görünmeyen ve akla sığmayan bir amilin zoruyla iki kere iki bazen beş yahut üç olabilir. Fakat bir Türk’ün bir yahut iki yahut üç Venedikliyi bir çırpıda mağlup etmesi, tepelemesi, daima doğru çıkan ve çıkacak olan bir hakikatti.
Korfo’ya doğru süzülen galeryadaki asilzadeler, askerler, tayfalar, kürekçiler de işin böyle olacağını bildiklerinden sararıp soluyorlardı. Bayılıp ayılıyorlardı. Herkes sersemlediği için gemi de başıboş kalmıştı. Gelişigüzel deniz üzerinde yuvarlanıp gidiyordu. Hâlbuki enginde görünen Türk gemisi, nereye doğru süzüleceğini tespit etmişe benziyordu. Gittikçe büyüyen bir deniz ejderi hâlinde Venedik teknesinin üzerine doğru koşa koşa geliyordu.
Erkeklerin telaşına, manasız kekelemelerine karşı gözünü ve kulağını kapamış görünen Bafa, deniz üstünde belirişi bir tehlike işareti olarak kabul olunan geminin gerçekten Türklere ait olduğuna kanaat getirdikten sonra yüzünü kaptan Loredano’ya çevirdi.
“Bu geliş…” dedi. “Avcı gelişine benziyor. Harp edecek misiniz?”
Daha bir iki saat önce, tarihî hatıralardan gurur hissesi almak isteyen ve Türklere -tek bir Türk’ün bulunmadığı yerlerde- meydan okuyan Loredano’nun ilkin dudakları, sonra çenesi titredi, dişleri arasından şu miskin birkaç kelime döküldü:
“Kuvvetler arasındaki nispeti bilmiyorum, şerefimizi tehlikeye düşürmekten korkuyorum.”
Bafa’nın gözleri Kapitano’nun yüzüne dikilince o, asilzade hemşehrisinden daha akıllı davrandı, korkaklığın ağırlığını güzel kızın varlığına yükledi:
“Harp etmek kolay. Fakat sizi muhataraya düşürmek meselesi var.”
Suranço da bu ara mırıldandı, Kapitano’nun yumurtladığı cevhere cila verdi:
“Biz ölmeye hazırız. Sizin yaşayacağınıza emin olmak şartıyla!..”
Bafa, İtalyan kamusunda bulunan en ağır kelimeleri bir araya getirerek ve onları tükürükten bir zarfa koyarak sırayla şu üç asilzadenin yüzüne fırlatmak için hafızasını yoruyordu. Yüreği bulana bulana tahkir cümleleri hazırlamaya savaşıyordu. Fakat top menziline girmiş olan Türk gemisinden uçup gelen ilk gülleyle galeryadaki Venedik bayrağı uçup gidince ihtiyarsız titredi, hakaret etmek istediği gençleri o suretle küçültmekten vazgeçti; cesaretlendirmeye yeltendi:
“Haydi!” dedi. “Ne duruyorsunuz? Vazife başına geçsenize! Yoksa teslim mi olmak istiyorsunuz?”
İkinci, üçüncü ve dördüncü gülleler yelkenleri, direklerden bir kısmını tarumar ederken Loredano, Bafa’nın önünde diz çöktü, yalvardı:
“Emri siz verin, topçulara siz kumanda edin. Ben size baka baka, harp işareti veremeyeceğim.”
Güzel kız, gözlerini göğe kaldırarak ilahtan bir şeyler niyaz etmek isterken gemi mürettebatının grandi direğine beyaz bayrak çektiklerini gördü, iliğine kadar titreyerek o işareti Loredano’ya gösterdi:
“Askeriniz sizi iyi tanımış! İşte bu tanımanın vesikası da çirkin çirkin sallanıyor!”
Ve yüzüne enikonu renk gelen, yüreğine neşe dolan Loredano’nun yakasını tutarak olanca kuvvetiyle sarstı:
“Şimdi, şimdi…” dedi. “Yolumuzu kaybediyoruz, başka bir yola düşüyoruz. Bu yeni yolun adını olsun söyleyecek kadar cesaretin var mı?”
Zillet yolu, esaret yolu, hakaret yolu, felaket yolu gibi bir cevap alacağını umuyordu. Fakat Loredano, küstah küstah sırıttı, şu sözleri söyledi:
“Baht yolu sinyorita, baht yolu! Biz fâniler hep bahtımızın esiri değil miyiz? Burnumuzun dibinde sandığımız Korfo’ya giderken Türklerin taarruzuna uğrayıp yolumuzu şaşırmamız da baht işidir. Gam yemeyin, tahammül