M. Turhan Tan

Safiye Sultan


Скачать книгу

geldi, bar bar bağırmaya koyuldu:

      “Tez, çıkın, gözümün önünden yıkılıp gidin! Yoksa şimdi cellatlar getirtirim, derinizi yüzdürürüm!”

      Deli Cafer de Kara Kadı da behtbaht içindeydiler, bön bön herifin yüzüne bakıp susuyordular. Çünkü böyle bir kabule uğramak hatırlarından geçmemişti, kendilerine çirkin işler ve maksatlar atfolunacağını asla düşünmemişlerdi. Fakat herif gittikçe feryadı arttırdığından ve çok ağır kelimeler kullanarak kendilerini tahrike giriştiğinden o beht ve hayret silindi, iki yiğit denizcinin gözleri büyüdü, renkler uçtu ve üç beş saniyelik bir zaman içinde kerametlu Şeyh Şüca Hazretleri, oturmakta bulundukları posttan yere atıldı, bir yumruk yağmuruna tutuldu.

      Korsanlar, öküz deviren cinsten yumruk taşıyorlardı. Şeyh Şüca, -bir iki öküz kuvvetinde görünmesine rağmen- bu müthiş yumruklara uzun müddet dayanamadı. Küfrü ve feryadı bırakarak ayak öpmeye koyuldu. O koca gövdesiyle yerde sürüne sürüne Deli Cafer’in topuklarına ağzını koyuyor ve bir lahza sonra aynı ağzı Kara Kadı’nın pabuçlarına sürüyordu. Lakin kopardığı feryat bütün daireye aksettiğinden şu ve bu dayak sahnesinin cereyan etmekte olduğu odaya gelmeye başlamıştı. Şeyh, faciayı bilmeyerek seyre gelenlerin hayli kabarık bir yekûn tuttuğunu -yüzükoyun süründüğü sırada- görmekten geri kalmadığı ve korsanlar da gazaplarını yenemeyerek yumruk sallamakta devam ettikleri cihetle sahne birden değişti, topuk öpüp duran ağız bu sefer, daire halkından yardım dilenmeye koyuldu. Kerametmeap, ayağa kalkmamakla, kalkamamakla beraber, adamlarını imdada çağırıyordu: “Katilleri tutun, şehzade sarayına baskın yapanları yakalayın!” diye bağırıp duruyordu.

      Odaya dolanlardan bir kısmı, Deli Cafer’le Kara Kadı’nın adını, konuklara memur olan adamdan duyup öğrenmişlerdi. O sebeple kendilerine el kaldırmaktan utanıyorlardı, çekiniyorlardı. Bu iki ünlü denizcinin hüviyetini henüz öğrenmeyenler ise Şeyh Şüca’nın vaziyetinden ibret alarak araya girmek istemiyorlardı. Ancak bir iki bedbaht, şeyhten ikram görmek düşüncesiyle korsanların yakasına yapıştığından biraz güldürücü olan sahneye fecaat bulaştı, o bedbahtların birer yumrukta dişleri boğazlarına aktığından şeyhin feryadına kanlı harharalar da karıştı.

      Vaziyet ne gibi safhalardan geçecek ve nasıl bir neticeye erecekti? Bunu ne dayak atanlarla o dayağı yiyenler ne de seyredenler biliyordu. Fakat eşik önünde durarak dövenlere ve dövülenlere uzaktan merhaba demeyi tercih edenlerden birinin ansızın “Şehzade hazretleri geliyorlar!” demesi üzerine durum değişti, Şeyh Şüca -inanılmaz bir hamle ile- yerinden fırlayıp kapıya koştu, dişleri dökülenler dudaklarındaki kanlı salyaları mendillerle silerek birer tarafa çekildi, korsanlar da bu değişiklikten hayrete düşerek oda ortasında dikilekaldılar.

      Şehzade Murat, birçok dualar sıralayan Şeyh Şüca’nın önünde yürüyerek odaya girince şöyle bir bakındı, sonra yüzü gözü bere içinde bulunan şeyhe yüzünü çevirdi.

      “Ne o hazret…” dedi. “Burada güreş mi vardı, yoksa dövüş mü?”

      Ve korsanları göstererek ilave etti:

      “Yoksa seni şu hâle koyan bu yiğitler mi? Onları nereden buldun, hele güreş yapıp da maskara olmayı nereden hatırladın? Şeyhlikle pehlivanlığın münasebeti ne? Yoksa fazla tespih çekmek yüzünden kaçırmaya mı başladın?”

      Şeyh Şüca bu bir sürü suale nasıl cevap vereceğini henüz kestiremeden Kara Kadı, şehzadeye doğru ilerledi, mertçe selamladı.

      “Şehzadem…” dedi. “İzin verirsen kaziyeyi anlatayım. Yalnız şu kalabalık dışarı çıksın!”

      İkinci Selim’in oğlu, Şeyh Şüca’dan başkalarını bir işaretle odadan dışarı sürdükten sonra bir köşeye oturdu, merak ile ve hatta heyecan ile Kara Kadı’yı dinlemeye koyuldu. O, inandıran ve itiraz kabul etmeyen selis bir ifade ile macerayı anlattı, sonunda sesini yükselterek şu ricada bulundu:

      “Şimdi sen elini yüreğine koy doğru söyle: Suç ölende mi öldürende mi? Biz, Venedik kadırgasıyla cenkleşip bir esir tutuyoruz, onu senin hizmetine layık buluyoruz, birçok zahmetlere katlanıyoruz, denizde yürüyoruz, karada yürüyoruz, saraya geliyoruz. Bu adam bize ağız dolusu sövüyor, üstelik derimizi yüzdürmeye kalkışıyor! Biz, rahmetli dededen Süleyman Han’ın devrinde ün almış, Barbaros’la dolaşmış, Turgut’la yoldaşlık etmiş denizcileriz. Bu şeyh gidisi gibilerin bize küfür etmesine nasıl tahammül ederiz?”

      Şehzade Murat, heyecan duymak için çok şeyler feda eden bir adamdı. Masal olsun, sahih olsun canlı bir vaka dinlerken âdeta gaşyolurdu. Şimdi Kara Kadı’nın hikâyesini derin bir heyecan ile dinlemişti. İhtiyar korsanın susması üzerine kendini ancak topladı.

      “Hakkınız var…” dedi. “Şeyhim size yakışıksız davranmış. Fakat siz de insafsızlaşmışsınız, onun pestilini çıkarmışsınız. O hâlde şeyhe yahut size ceza vermeye lüzum yoktur. Ödeşmiş bulunuyorsunuz.”

      Ve Şeyh Şüca’nın yüzüne bakmadan ilave etti:

      “Şimdi o kadar övdüğünüz kızı görelim. Nerede bu haspa?”

      “Burada, bizi koydukları dairede.”

      “Zahmet olmazsa gidiniz, kendisini alıp buraya getiriniz!”

      Beş on dakika sonra Osmanlı veliahdı ile Venedikli Sinyorita Bafa karşı karşıya gelmişlerdi, birbirlerini gözlerinin olanca görüş, seziş ve anlayış kabiliyetiyle süzüyorlardı.

      Erkek, tabiatıyla pervasızdı, anasının karnından beşiğe değil, yüzlerce halayığın kollarından teşekkül eden pamuk ve muattar bir kucağa düşmüş, bütün hayatını aynı kucakta geçirmiş olmaktan gelme bir alışkanlıkla karşısına getirilen kızın açık ve gizli bütün güzelliklerini keşfe çalışıyordu. Lakin Bafa da cesurdu. Yarı dünyayı avuçları içinde tutan Türklerin imparator mevkisinde bulundurdukları bir haşmetpenahın oğluyla karşılaşmamış da müsavi seviyede biriyle yüzleşmiş gibi iradesine sahip, vakarına sahip, gururuna sahip bulunuyordu. Onu kısa bir baş işaretiyle selamlamış ve sonra gözlerini, sarsılmaz bir sebatla, şehzadeye dikip incelemeler yapmaya koyulmuştu. Ona, bu yaman cüret, şuurunun üstünü ve altını saran meraktan, aynı zamanda “bahtını bütün açıklığıyla okumak” ihtiyacından geliyordu.

      Merakını tahrik eden, şehzadenin bünyece taşıdığı kıymetlerin veya kıymetsizliklerin mahiyetiydi. Bunları bir çırpıda görmek, kavramak ve öğrenmek için ruhunda enikonu bir kıvranış, bir sabırsızlanış vardı. Bahtını okumak ihtiyacı ise gayet tabiiydi. Çünkü taht yolunda ricate mahkûm olmamak için bahtının falso yapmaması, şehzadenin -kayıtsız ve şartsız- kendini beğenmesi lazımdı.

      İşte bu sebeple kirpiklerini kıpırdatmadan, göz bebeklerini küçük bir hedef inhirafına uğratmadan şehzadeyi tepesinden tırnağına kadar süzüyor ve bu süzüş sırasında genç prensin bünyevi kıymetlerini de ölçüyordu.

      Hemen haber verelim ki aşk kadını olarak doğan bu tam dişi mahluk, uzun uzun üzülmeden merakını neşeye çevirmek ve yüreğine tutam tutam haz dökmek imkânını bulmuştu. Çünkü şehzadeyi bünyece arzusuna uygun gördüğü gibi kendi güzelliğinin, cinsî cazibesinin bu delikanlı üzerinde derin tesirler yaptığını da sezmişti.

      Görüşü doğruydu. Çünkü Şehzade Murat, o sırada henüz yirmi dört, yirmi beş yaşlarında bulunuyordu. Boyu kısa olmakla beraber, endamsız bir genç değildi. Teni beyazdı, kaşları açık kumraldı. Bıyıkları az ve sarı, dudakları -çirkin görünmeyecek bir nispette- kalın, burnu kıvrıktı. Mahzun gibi duran mavi gözlerinde hayli bir derinlik hissolunuyordu.