M. Turhan Tan

Safiye Sultan


Скачать книгу

sık sık doğup sönen pırıltılar, kalın dudaklarında belli belirsiz titremeler vardı ve bunlar Bafa’nın gözünden kaçmıyordu.

      Şehzade, kendini beğendirmek zorunda olmadığı ve hangi millete mensup hangi içtimai seviyeye bağlı olursa olsun, bütün kadınların kendisini sevmeye mecbur oldukları kanaatini taşıdığı için Bafa’ya hulus çakmak, cemileler göstermek lüzumunu hissetmiyordu. Onca gerekli olan şey, önüne getirilen metayı beğenmekten ibaretti. Bu meta bir at, bir tazı, bir papağan, bir zümrüt olabileceği gibi, bir kadın da olabilirdi ve hoşuna giden metanın bedelini ödedikten sonra -cinsine, kabiliyetine, mahiyetine göre- vazifesini tayin etmek hakkı -hiçbir istişare zaruretiyle mukayyet olmaksızın- kendinindi.

      Bu sebeple kızın düşünceleriyle, duygularıyla ilgilenmiyordu hatta onun fikir ve terbiye bakımından da değerini araştırmaya lüzum görmüyordu. Kendine lazım olan genç ve temiz bir etle uzun boy, kıvrak endam, parlak göz, renkli yanak, kusursuz diş olup bazen bu kıymetli şeylerden ikisini, üçünü şahsında toplayabilmiş halayıklar için avuçlar dolusu altın feda ettiği de görülmüştü. Hâlbuki Venedik’ten aşırılıp huzuruna çıkarılan kız inci gibi, elmas gibi, zümrüt gibi pahalı satılıp alınan nesnelerin en güzellerinin bir araya getirilmesiyle vücut bulmuş bir gerdanlığa benziyordu. Kendi hazinesinde bu ayarda bir meta yoktu. Yarı dünyaya hükmetmiş olan dedesi Sultan Süleyman’ın sarayında da böylesinin görülmediğine emin idi. Çünkü -büluğa ermediği bir devirde- o saraya -dedesi tarafından misafir olarak- davet olunduğu vakit gecesini, gündüzünü halayıklar koğuşunda geçirmiş ve ihtiyar padişaha güzelliklerini dirhem dirhem satan o yüzlerce dişinin hepsine münasip birer kıymet biçmişti.

      Bir yıldan beri tahtta bulunan babasının da şu kıratta canlı bir elmas parçası görmediğine şüphe etmiyordu.

      Zira sarayda bulunan casuslarından aldığı raporlara göre, o baba, harıl harıl “güzel halayık” aratıyordu ve canevinde yer alacak bir güzel bulduramadığı için de boyuna şarap içip gecesini, gündüzünü sızgın geçiriyordu.

      Bu hâlde kendisi Kanuni Sultan Süleyman’dan da oğlu Sultan Selim’den de bahtiyardı. Çünkü onların eline düşmeyen bir güzellik hazinesine malik oluyordu, eşsiz bir zevk âleminin anahtarını elde etmiş bulunuyordu.

      Şehzade Murat, hayretten hazza, hazdan sarhoşluğa intikal ederek Bafa’yı süzerken, işte bu mülahazaları da perişanlaşmış kafasında dolaştırıyordu, sevinçle gururu birbirine karıştırarak garip bir istiğrak içine dalıyordu. Fakat korsanlara bir şey söylemek, gökten ayrılmış bir melek olduğuna inanıverdiği Venedik dilberini de ayakta ve erkekler arasında durmak sıkıntısından kurtarmak lazımdı. Ondan ötürü, sersemleşmiş iradesini müşkül bir iç hamlesiyle topladı, dardağan bir biçimde bulunan kavuğunu yay şeklindeki kumral kaşlarının üstüne yıktı.

      “İhtiyarlar!” dedi. “Çektiğiniz zahmetin yerinde olduğuna inandım, getirdiğiniz armağanı da beğendim. Kız, hemen içeri götürülsün, Raziye Kalfa’ya teslim edilsin. Siz de birkaç gün konuğum olunuz, sarayımda dinleniniz. Sonra işinizin başına -güle güle- gidiniz. Hazinedarım sizi birazdan görecektir.”

      Deli Cafer, deminden beri kabaran sinirlerini bir nebze olsun yatıştırmak iştiyakıyla hemen atıldı:

      “Şehzadem…” dedi. “Hazinedarınızla görüşmemize sebep yok. Çünkü biz buraya halayık satmaya, ihsan almaya, bahşiş toplamaya gelmedik. Sayenizde bizim dahi birer hazinemiz var. Fırsat düştükçe yoksullara ikram ediyoruz, gönül kazanıyoruz, dua alıyoruz. Onun için izin ver de elini öpelim ve sen yataktan çıkmadan biz yola düşelim.”

      Şehzade, bir ayak önce kızı hareme yürütmek istediği için bu mevzu üzerinde tevakkufa lüzum görmedi, kelimeleri birbirine karıştırarak son emrini vermeye yeltendi:

      “Peki, peki. Sizin dediğiniz olsun. Ben adlarınızı unutmam. Siz de başınız sıkılırsa bana arzuhâl sunmaktan çekinmeyiniz. Haydi uğurlar olsun!”

      Korsanlar onun elini öperek, Bafa’yı da “Hoşça kal, bahtın gibi alnın da açık olsun.” diye selamlayarak ayrılırlarken güzel kız, yüzünü ciddileştirdi.

      “Durunuz…” dedi. “Acele etmeyiniz. Prensiniz ne diyor, beni yanında alıkoymak mı yoksa başka bir yere mi göndermek istiyor? Burada alıkoyacaksa vaziyetim ne olacak? Beni, esir pazarından üç beş altın verilerek alınan kızlarla bir mi tutacaklar? Yoksa taşıdığım asil kana hürmet mi edecekler? Sonra cücelerimden ayrılacak mıyım? Bütün bu meçhuller üzerinde beni tenvir etmeden gitmenize rıza göstermem. Çünkü ben, size itimat edip buraya güle güle geldim. Aynı itimadı asaletmeap prens de bana telkin etmezse burada bir dakika bile durmam, ardınıza takılıp giderim!”

      Şehzade Murat yepyeni bir istiğrak rakikası yaşıyordu. Çünkü kızın sesinde bambaşka bir güzellik bulmuş ve o sesin konuşurken bile terennüm hissettirdiğine iman getirerek ruhi bir küçülüş içinde bu muhayyel terennümü dinlemeye koyulmuştu. Kelimelerle alakası yoktu. Zaten İtalyanca da bilmiyordu. Fakat Bafa’nın ağzından bir ahenk şelalesi döküldüğünü sanarak kulaklarını, kalbini, ruhunu ve bütün benliğini bu ahenge açık tutuyordu.

      Kara Kadı, tercümanlık yapmak suretiyle onu bu garip sarhoşluktan uyandırdı, kızın sözlerini kelime kelime tercüme etti ve sonunda sordu:

      “Ne emrediyorsunuz şehzadem, kıza nasıl cevap verelim?”

      İradesini çoktan Bafa’nın yeşil gözlerine feda etmiş, yüreğini onun sarı saçlarına atıvermiş olan Murat, hiç düşünmeden şu cevabı verdi:

      “Kendileri esir değildir, çok kıymetli bir dosttur ve sarayımın ebedî süsü hatta ışığı olacaklardır. Hareme girer girmez dairelerinin hazırlandığını, önlerinde dizi dizi halayıkların diz çöktüğünü göreceklerdir. Bu vaziyetin, ben sağ oldukça devam edeceğine inanmalarını rica ederim. Cücelerim dedikleri şeyler, ufak ufak adamlar ise sarayımda onlardan üç beş tane vardır. Kendilerininkini de onlara katarız.”

      Kara Kadı bu cevabı İtalyancaya çevirip Bafa’ya anlattı, o da değme aklın tahammül edemeyeceği kadar zarif bir tebessümle memnun kaldığını hissettirdikten sonra, elini Şehzade Murat’a uzattı, bir imparatoriçe vakarıyla ve amir bir sesle vazifesini hatırlattı:

      “Elimi tutunuz, beni daireme kadar götürmek lütufkârlığında bulununuz!”

      Korsanlar, bu laubalilikten şaşırıp kalmışlardı. Hele Şeyh Şüca küçük ve büyük dillerini yutmuş gibi derin ve muzdarip bir hayret içinde sahneye bakıyordu. Fakat Şehzade Murat ne şaşırdı ne kızdı. Kendine uzatılan zarif eli mesut bir heyecanla tuttu, odadaki üç erkeğe selam vermeyi dahi hatırlatmayan bir neşeli telaş içinde Bafa’yı yürüttü, uzaklaşıp gitti.

      O, Şeyh Şüca’nın dairesinde ve korsanların yanında memnu bir meyve, memnu bir çiçek durumuna düşen Venedik dilberini helal bir meyve ve helal bir çiçek hâline çevirebilmek için kendi odasına hemen kapanmak ihtiyacındaydı. Bafa’nın bir çift kızıl yakut üzerinde belirttiği tebessüm o ihtiyacı coşkunlaştırmış, elini uzatması ise şehzadede şuur namına bir şey bırakmamıştı. Aç bir yürek ve aç bir ruh ile dairesine doğru koşuyor, iliklerine kadar gülümseyen Bafa’yı da kendine uydurup koşturuyordu.

      Odadakiler uzun bir lahza bu şahane maskaralığın hayretini taşıdılar, sonra birbirlerinin yüzüne baktılar. Deli Cafer’le Kara Kadı, kısa bir bakış içinde kanaatlerini mübadele etmişlerdi ve bu kanaatler aynı şekilde olup şehzadenin bir kadın delisi olduğunu gösteriyordu.

      Fakat Şeyh Şüca’nın düşüncesi başkaydı. O da korsanlar gibi şaşkındı, şöyle böyle mürit edindiği şehzadenin bir Frenk kızına çarçabuk tutkunluk göstermesine