M. Turhan Tan

Safiye Sultan


Скачать книгу

kırılmış bir kemer gibi iki yanında sarkıp duran kollarında bir sızı tevehhüm ediyor, hain kızın o kolları sınf ile çözüp kaçtığını sanıyor ve muzdarip bir öfkeyle Venedik dilberini süzüyordu. Onun ne dediğini anlamış değildi. Fakat durumundan kendine kolayca ram olamayacağını anlıyordu.

      Bu hâlet, onun idrakine çok aykırı gelen bir şeydi. Fatih’in, Yavuz’un, Kanuni Süleyman’ın torunu ve onlar gibi şehinşah olmaya namzet bir şehzadeden dudağını, yanağını hatta hayatını esirgeyecek bir kadın yeryüzünde -onun zu’muna göre- mevcut olamazdı. Gerçi Bafa da güzellik bakımından yegâne denilebilecek bir seviyede idi. Lakin yine bir kadındı ve bu saraya zorla getirtildiği için de nihayet bir esir idi. Bu durumda bir dişinin, kendisine naz etmesi inanılamayacak cüretlerdendi.

      Bununla beraber, öfkesi, soğukkanlılığını kaybettirecek kadar feveran etmiyordu. O sebeple biraz adil düşünmek istedi. Henüz yol yorgunluğunu çıkarmamış, yeni bir âleme girmek üzere bulunmak dolayısıyla da sersemleşmiş toy bir kıza böyle sofalarda ulu orta saldırmanın manasız olduğunu hatırladı ve kızın o hamleden korktuğunu sanarak acıdı.

      “Haydi…” dedi. “Odaya gidelim. Korkma seni incitecek değilim.”

      Kızın Türkçe bilmediğini unutuyor ve bu sözlerinin anlaşıldığını zannediyordu. Lakin Bafa, onun gözlerinde insaflı davranmak temayüllerini okuduğundan elini uzattı, yine emir verdi:

      “Rehberim olunuz fakat çocukluk etmeyiniz.”

      Bu emre karşı idraki hissiz kalan Murat’ın iradesi o pençeye takılmakta gecikmedi ve iki genç el yine birleşti. İşte tam bu sırada kâhya hatun Raziye de yetişmişti. Şehzadeyi etekleyerek, Bafa’yı da selamlayarak rehberliğe başlamıştı. Fettan bir mahluk olduğu bakışlarından, gülümseyişlerinden kolayca anlaşılan kâhya hatun, bir yandan yan yan yürüyor, bir yandan da soruyordu:

      “Efendimiz büyük odaya mı çinili sofaya mı hamamlı daireye mi teşrif etmek istiyorlar?”

      Şehzade Murat, elindeki muattar eli ihtiyarsız sıktı, hülya dolu gözlerini Bafa’nın muhteşem endamı üzerinde dolaştırarak cevap verdi:

      “Hamamlı daireye! Elbette sen hamamı yaktırmışsındır, değil mi?”

      “Yaktırmaz olur muyum hiç? Her gün ilk işim efendime dua etmek ise ikinci işim hamamı yaktırmaktır. Güneş söner, efendimizin hamamı sönmez!”

      Şehzade Murat’ın karakteristik zevklerinden biri de hamam eğlencesi idi, padişah olduktan sonra Topkapı Sarayı’nda yaptırdığı zarif ve muhteşem dairenin yanı başında da hamam vardı. Manisa’da ise İstanbul gibi son derece geniş bir muhite ve son derece bol eğlence vasıtalarına sahip olmadığından, gününün, gecelerinin büyük bir kısmını saray hamamında geçirirdi.16

      Şimdi Bafa’ya da ilk sevgi nişanesi olmak üzere bir hamam safası teklif edecekti. Kızın deminki sert durumunu unutmuştu. Sefih bir düşünce ile onu, tanıştıklarının birinci saati içinde, tellak durumuna düşürmek istiyordu. Asıl garip olan nokta bu çirkin teklifi, Venedikli güzelin fahr ile sevinçle kabul edeceğine inanmasıydı. Dediğimiz gibi şehzadelik bu zavallı delikanlıda çok garip kanaatler tekevvün etmesine sebep olmuştu. O cümleden olarak her düşündüğünü mutlaka yapacağına ve yaptıracağına inanıyordu.

      Hamamı, kafesli bir kapı ardında olduğu için yabancı gözlere kolay kolay görünmeyen mükellef daireye girildiği vakit Bafa, elini şehzadenin elinden çekerek bir sedire oturuvermiş ve tavandaki, duvarlardaki çinileri, resimleri seyre girişmiş idi. Murat Sultan onun böyle teklifsiz davranmasından, ömründe görmediği bir şey olduğu için hoşlanıyordu. Yan gözle kızın durumunu süzüp gülümsüyor ve aynı zamanda Raziye Hatun’la konuşuyordu.

      “Nasıl bir kız?”

      “Efendimize layık bir güzel, hemen ulu Tanrı safayı hatır versin, güle güle eğlenin.”

      “İyi ama Türkçe bilmiyor. Ona yıkanıp temizlenmesini, bizim âdetimize göre taranmasını, kokular sürünmesini, giyinip kuşanmasını nasıl anlatacağız?”

      Kâhya kadın, çapkın bir tebessümle efendisine baktı ve cevap verdi:

      “Buraya gelen kızların hangisi Türkçe bilir ki?.. Lakin biz Babil Kulesi’nde kâhyalık ediyormuşuz gibi hiç telaş etmeyiz. Almanca konuşana da Rusça söyleyene de başka dil geveleyene de üç beş ay içinde Türkçe öğretiriz. Bu kızcağızı da onlar gibi terbiye ederiz, efendimizin hizmetine veririz. Zaten zavallı, kaba büyütülmüş. Bakın huzurunuzda nasıl oturuyor?”

      Şehzade kaşlarını hafifçe çattı:

      “Yoook…” dedi. “Bu kız halayıklar koğuşuna gitmeyecek, benim dairemde kalacak. Dil meselesini ben düşünürüm, hallederim. Kendisinin oturmasına, kalkmasına da kimse karışmayacak. Çünkü öyle sözleştik. Onun için sen dadılığa hazırlanma. Yalnız şu hamam işini başar.”

      Kendi elinden geçmeden, kendi hizmetinde geceler geçirmeden bir halayık parçasının -ne kadar güzel olursa olsun- şehzade dairesinde yer almasına Raziye Hatun bin yıl yaşasa akıl erdiremezdi. Çünkü ortada kanun vardı, teamül vardı, anane vardı ve bunlar herhangi bir cariyenin gözdelik nimetine erebilmesini birçok kayda, şarta bağlı bulunduruyordu. Sonra şehzadelerin, padişahların kendi dairelerinde hiçbir kadın, tek başına kalamazdı ve o daireye her gözde, her haseki nöbetle girip çıkabilirdi hâlbuki Şehzade Murat, ne idüğü belirsiz bir kızı terbiye ettirmeden yanına almak ve yanında alıkoymak istiyordu. Şu vaziyette öbür gözdelerin, hasekilerin hakları ve koğuşlarında ikbal güneşinin doğmasını, şehzadenin bir kere de kendilerini okşamasını bekleyen kızların istikbali ne olacaktı?

      Raziye Hatun bir lahzada bunları düşünmekle beraber mütalaa yürütmeye -tabiatıyla- cesaret edemedi, yalnız göz ucu ile Bafa’yı hain hain ısırdı, sonra efendisine döndü:

      “Siz…” dedi. “İstirahat buyurun, işi cariyenize bırakın.”

      Ve emir beklemeden Bafa’ya yaklaştı, sahteliği pek belli bir tebessümle onu okşadı, eliyle de “Benimle beraber gel.” manasını ifade eden birtakım işaretler yapmaya koyuldu. Kız, bu basit işaretleri hemen anlamış olduğu hâlde acele yahut merak edip yerinden kımıldamadı, henüz ayakta duran şehzadenin yüzüne baktı. Gözlerinde vuzuhla konuşan bir hâlet vardı. O bir çift yeşil zümrüt dile gelmiş gibiydi. Murat, birçok şairlerin yazılarından daha beliğ olan bu bakışların mefhumunu kavradı, gülerek bir tasdik işareti yaptı, Bafa da -kaşları hafifçe çatkın olarak- ayağa kalktı, Raziye Hatun’un ardına düştü, odadan çıktı. Eşiği atlarken başını döndürüp prense bakmış ve onun hayran bakışlarla kendini teşyi ettiğini görünce, eliyle selam işareti yaparak iltifatta bulunmuştu.

      Kâhya kadın, şu hamam faslı sırasında kendi kuvvetini, kendi ehemmiyetini genç Venedikliye hissettirmeyi tasarladığından yüzünü ciddileştirmişti, ağır bir tavır almıştı. Hamama gelince yüzünü Bafa’ya çevirdi, “Beni takip et.” işaretini tekrarladı ve mermer döşeli methalde duralayarak -kendi aklınca- anlatmaya koyuldu: “Ben senden büyüğüm, beni kızdırırsan, seni döverim!” demek istiyor ve kızın yavaşça kulaklarını çekiyordu. Sonra soyunulacak yere geçerek kızı sedire oturttu, işaretle tarif etmek suretiyle soyunmasını teklif etti. Bafa, sessizdi ve dikkatle etrafını tetkik ediyordu, içeriden sızıp gelen sıcak hava onun tenine çarçabuk jaleler sıralamıştı. Altın tacının telleri dibinde katre katre inciler peyda oluyordu. Sükûtuna rağmen kafası işliyordu. Çünkü Raziye Hatun’un kendisini nasıl bir yere getirdiğini ve soyunmasını teklif etmekle nasıl bir maksat güttüğünü anlamıştı. Yalnız aldanmamak ve yapacağı