M. Turhan Tan

Safiye Sultan


Скачать книгу

zavallılar…” dedi. “Ne istiyor?”

      Söylerken durduğu için korsanların sessiz lakin yorucu bir mücadele sonunda elde ettikleri kazanç kaybolmuştu. Tahtırevana gidecek kısa yol yine uzaklaşıvermişti. Çünkü yoldan çekilenler Bafa’nın durmasından istifade ederek yine araya sokulmuş bulunuyorlardı.

      Deli Cafer, nasıl bir işvebazlığa mağlup olduklarını anlamakla beraber soğukkanlılığını korudu, cevap verdi:

      “Sizin yüzünüzü görmek istiyorlar.”

      “Onlar için bu, zahmete değer bir şey mi teşkil ediyor?”

      “Öyle olmasa böyle davranırlar mıydı?”

      Bafa, bir el darbesiyle peçeyi sol omzuna attı, hafifçe terlemiş olan “gümüşten beyaz ve gülden yumuşak” yüzünü o muattar jaleler ile birlikte halka gösterdi, üstelik bir tebessüm yağmuru içinde o kalabalığı sersemletti, sonra sağına soluna selam vererek yürüdü. Korsanların demir omuzlarına karşı koyarak yerlerini uzun dakikalardan beri muhafaza eden kalabalık, onun açık yüzle yürümeye başlaması üzerine güneş görmüş çığlara döndü, âdeta eridi ve Bafa, kısa bir lahza içinde tahtırevana ulaştı.

      Deli Cafer’le Kara Kadı, onun yüzünü açmasından, halka tebessümler dağıtmasından sinirlenmişlerdi. Lakin kalabalığın tazyikinden ancak bu sayede kurtulduklarını da göz önünde tuttuklarından kıza bir şey söylemiyorlardı. Yalnız somurtuyorlardı. Bafa, güzel şallarla süslenmiş olan tahtırevana binerken o somurtkanlığı da gidermek istedi:

      “Dostlarım…” dedi. “Venedik’te herkesin gördüğü bir çehrenin burada herkese kapalı kalması saçmadır. Sizin de benim gibi düşündüğünüzü sanıyorum.”

      Ve telaşlı bir tavır alarak korsanlara sordu:

      “Cücelerim nerede, onlar mutlaka benim yanımda, dizlerimin dibinde bulunmalıdır.”

      Deli Cafer, isteksizliğine rağmen gülümsedi, tahtırevanın perdesini açarak küçük çapta bir hasır sandık gösterdi:

      “Onlar, bu sandığın içinde. Kendilerini açıkta getirseydik bir hücuma daha uğrardık. Belki herifçikleri ezdirirdik. Onun için sepete koyup taşıttık.”

      Biraz sonra kafile hareket etti. On korsan atlı olarak tahtırevanın önünde ve ardında yürüyorlardı. Manisa’ya doğru yol alıyorlardı. Venedik’i ve Venediklileri bütün Avrupa’da eşi olmayan bir güzele sahip olmak zevkinden, saadetinden mahrum ve o güzeli Türk yurduna mal etmek kaygısı işte, Deli Cafer’le Kara Kadı’yı -yetmişinden sonra- böyle sıkıntılara düşürüyordu. Onların yeryüzünde kimseden pervaları ve kimseye sunulacak dilekleri yoktu. Hür bir hayat içinde mertçe ve pek mesut olarak yaşıyorlardı. Fakat her şeyin en güzelini vatanlarına layık gördükleri için Bafa’yı da -Kubat Çavuş’un ihtarı üzerine- Türkiye’ye götürmeye karar vermişlerdi. Şimdi, o kararı yerine getirmek için at üzerinde seyahat külfetine katlanıyorlardı. Gemilerini bırakıp karada dolaşıyorlardı.

      Bafa, dizlerine oturtarak masallar söylettiği, taklitler yaptırdığı cücelerin sayesinde zaman ve mekân mefhumlarını unutmuş gibiydi. Lakin ardı arası kesilmeyen kahkahalarına, sonsuz neşesine ve yolculuk zahmetlerini duymaz görünmesine rağmen göz bebeklerinde sık sık bulutlar dolaşıyor ve gün geçtikçe neşesine bir sahtelik rengi bulaşıyordu. O, kanatlanıp uçmak ve uça uça baht yolundan taht yoluna geçmek istiyordu. Bunun imkânsızlığını ve mukadder olan hedefe tahtırevan katırlarının adımıyla ulaşmaktan başka çare olmadığını düşününce işi kayıtsızlığa vuruyor, cücelerle oyalanmaya koyuluyordu.

      İşte bu suretle Kargasekmez Boğazı aşıldı, Gökova geçildi, Karabağ’a ulaşıldı, nihayet Yamanlar Dağı göründü. Manisa o dağın eteğinde ve dağdan dökülüp gelen üç ırmağın ortasında sakin ve bahtiyar uzanıyordu. Deli Cafer’le Kara Kadı, atlarının başını şehzade sarayına doğru çevirmişlerdi. Doğrudan doğruya o devletluya konuk olmak ve Bafa’yı hanlarda halkın merakına açık tutmamak istiyorlardı.

      Onlar, Türk yurdunda her kapıyı kendilerine açtıran bir anahtar taşıyorlardı: Şöhret! Ege, Akdeniz, Marmara, Karadeniz, Kızıldeniz kıyılarında olduğu gibi Bağdat’a, Viyana yakınlarına kadar uzayan iç ülkede de Deli Cafer ve Kara Kadı adını duymayan hemen hemen yoktu. Barbaros’un adını ölmezleştiren ve onun açtığı yolu genişleten deniz hamlelerinin çoğuna bu iki yiğit Türk de iştirak ettiklerinden kendileri de pek derin bir ün almışlardı. Ondan ötürü şehzade sarayına pervasız gidiyorlardı ve şehzadeyi teklifsizce göreceklerinde şüphe etmiyorlardı.

      Sarayda rastladıkları ilk muamele onların ümidine uygundu. Kapıcılar güler yüz göstermişler, kafileyi içeri almışlar, hayvanlarını ahırlara çekmişler ve korsanlarla cüceleri -yüzü peçeli olarak tahtırevandan inen Bafa’yla beraber- bir daireye yerleştirmişlerdi. Fakat şehzadeyle görüşmek meselesi ortaya konulunca birtakım teşrifat başladı ve korsanların sinirleri bozuldu. Misafirlerle meşgul olan memur, nazik olduğu kadar kati bir lisanla, ilkin Kadı Üveys veya Şeyh Şüca Hazretleri’nden biriyle görüşmek, şehzadeye arz olunacak haceti evvela onlara anlatmak lazım geldiğini ihtar etmişti.

      Deli Cafer’le Kara Kadı -kısa bir müzakereden sonra- Şeyh Şüca ile görüşmeyi tercih ettiklerinden konuklar memuru olan zat kendilerini sarayın başka bir dairesine götürdü, uzun bir gidip geliş sonunda -terli terli- korsanların yanına gelerek müjde verdi:

      “Şeyh hazretleri sizi bekliyor!”

      Korsanlar, Afrika şimalinde yıllarca dolaşmış ve Türk yurduna da oralardan, Arap diyarından sirayet eden şeyhlik sanatının ne derece revaçta bulunduğunu görüp anlamış takımdan oldukları için Osmanlı padişahının büyük oğlu yanında başmüşavir gibi bir durum kazanmış olan Şeyh Şüca’yı ne hissen ne fikren yadırgamadılar. Herifin elini öperek birer mindere iliştiler. Büyük bir odanın başköşesine kurularak harıl harıl tespih çeken şeyhin elleri -sanki kırk yıl çapa kullanmış gibi- nasırlıydı. Bakışında öbür şeyhler gibi efsunlu bir kudret sezilmiyordu. Giyimce de garip bir biçim taşıyordu.

      Korsanlar, yanına gelenlere saygı telkin etmekten ziyade kahkahalarla gülmek ihtiyacı aşılayan şeyhin, tuhaf bir adam olduğunu anlamakla beraber ağır davranıyorlardı. Süklüm püklüm oturuyorlardı. Şeyh Şüca, uzun bir zaman tespihle meşgul olduktan sonra, yüzünü onlara çevirdi.

      “Hoş geldiniz şehbazlar…” dedi. “Yolculuk nereden?”

      Kara Kadı, iki elini dizleri üstüne koyarak -bir mürit saygısıyla-cevap verdi:

      “Venedik’ten!”

      Şeyh Şüca’nın gözleri parladı, dudaklarında geniş bir tebessüm ve şu sözler belirdi:

      “Demek devletlu şehzadeye güzel kadifeler, cins cins çuhalar, çeşit çeşit aynalar getirdiniz. Acep beni de hatırlayıp bir şeyler aldınız mı?”

      İçin için la havle okumaya başlayan Deli Cafer, ağır bir küfür savurmaktan ve densizlik etmekten kendini korumak için tırnaklarını avuçlarına batıradururken Kara Kadı dile geldi, vaziyeti anlattı:

      “Şeyh efendi biz tacir değiliz, korsanız. Venedik’e vurgun malları satmak, sağı solu dinleyip işe yarar haberler uğrulamak için uğramıştık. Elçilikte kullanılan Kubat Çavuş da orada idi. Gözümüze hasna, müstesna bir parça ilişti. Sanki ayla güneş evlenmiş, bu yavru dünyaya gelmiş. Ne yalan söyleyelim, bu yaşta ağzımız bir karış açık kaldı. Yalnız biz mi ya?.. Kubat’ınki de öyle. Ey, serde Türklük var. Önümüze böyle bir cennet kaçağı çıksın da biz alık alık duralım ha! Bu, doğru değildi. Nitekim biz de kendimizi