M. Turhan Tan

Safiye Sultan


Скачать книгу

Şüca işte bu düşünce ile -henüz odadan ayrılmayan- korsanlara yanaştı.

      “Yiğitlerim…” dedi. “Sikkeme ve cübbeme saygı göstermediniz, beni incittiniz. Lakin bir şeyh kin tutmaz, kimse için hınç taşımaz. Ben de işlediğiniz günahı unutacağım, sizi pirime havale edip cezalandırmayacağım.”

      Deli Cafer, acı acı gülerek onun sözünü kesti:

      “Bizi…” dedi. “Pirine mi havale edeceksin? Ulan, pirin yerin dibine geçsin! Biz de seni ulu Tanrı’ya havale ederiz!”

      Ve kollarını kavuşturarak sert sert sordu:

      “Pirini, pireni bırak da ne istediğini söyle. Çünkü dilinin altında bir bakla döndüğünü görüyoruz.”

      Şeyh Şüca bu ihtar üzerine dileğini açığa vurdu, şurada burada adının hakaretle anılmamasını ve dayak yediğinin kimselere söylenilmemesini rica etti. Deli Cafer, dövülmekten değil de dövüldüğünün duyulmasından korkan bu eli nasırlı şeyhe bakıp bakıp başını sallıyordu, nihayet dayanamadı.

      “Sen…” dedi. “Budala mısın nesin! Biz, işimizi gücümüzü bırakıp seni mi düşüneceğiz? Yoksa adam dövmek hüner midir ki onunla diyar diyar övünelim? Bununla beraber işin gülünç tarafı var: Bizim şu eşikten çıkar çıkmaz seni unutacağımıza şüphe yok. Fakat dayak yediğin sırada bizi çevreleyip seyre dalanların ağzını nasıl kapayacaksın?”

      Şeyh efendi, onları da susturmaya çalışacağını söylediğinden iki yiğit denizci odadan ayrıldılar, sofada dolaşan uşaklardan birini önlerine katarak dairelerine doğru yollandılar. Sarayın bütün selamlık dairelerinde, ahırlarında, mutfaklarında, bahçelerinde, odunluklarında, çamaşırhanelerinde, muhafız koğuşlarında bulunanlar, Deli Cafer’le Kara Kadı’nın şeyh efendi hazretlerine dayak attıklarını, şehzadeyle de senli benli görüştüklerini duymuşlardı. Onun için adım başında üç beş kişi kenara çekilerek boyun kırıyorlar ve ünlü korsanlara saygılarını hissettirmeye savaşıyorlardı.

      Onların bu selamlarla ve selamlanmalarla ilgilendikleri yoktu. Her boyun kıran kümeye veya adama “Aleykümselam.” demekle iktifa edip yollarına devam ediyorlardı. Fakat boylu boslu, pek yakışıklı ve pek zarif giyimli bir delikanlının verdiği selam onları avlunun ortasında âdeta mıhladı, ayaklarını yürümekten alıkoydu. İkisi de onu tanıdıklarına zahip olmakla beraber umulmayan bir tesadüfün verdiği hayretle duralayıvermişlerdi. Hâlbuki o güzel ve şık genç, kendilerini tanımamış gibi görünerek adım adım uzaklaşıyordu.

      Bu vaziyete Kara Kadı, hafıza hatasıyla elemlenmek istemedi, hemen seslendi:

      “Bire doğancı, savuşma, dur!”

      Genç erkek başını çevirdi, geri dönmeye lüzum görmeden sordu:

      “Beni mi çağırıyorsunuz?”

      “Hele anladın. Bari beri gel de bizim kim olduğumuzu dahi anla!”

      O, sırmalı kostümünün içinde salına salına fakat nahoşnut, döndü, denizcilerin yanına geldi.

      “Ne istiyorsunuz ağalar…” dedi. “Bana bir emriniz mi var?”

      Kara Kadı, kaşlarını çatarak onu isticvaba girişti:

      “Sen, Beşinoğlu Kaya Bey’in yanında değil miydin?”

      “Evet!”

      “Bir zamanlar adın da Artin’di. Sonra sünnet oldun, hak dinine girdin, Mehmet adını aldın. Bu da doğru değil mi?”

      “Evet!”

      “Ey, burada ne arıyorsun?”

      “Kaya Bey beni doğancı yapıp yetiştirdikten sonra şevketlu hünkâra armağan etti. O da devletlu şehzadenin av merakını düşünüp beni buraya yolladı. Şimdi şehzade hizmetindeyim. Adım da Kara Mehmet’tir.”

      “Memnun olduk. Lakin bizi henüz tanımadığını da görüp şaştık.

      Ben korsan Kara Kadı değil miyim, yoldaşım da yine korsan Deli Cafer değil miydi? Kaya Bey’in çiftliğine az mı gelirdik?”

      Kara Mehmet, dalgınlığının affedilmesini rica etti, denizcilerin elini öptü.

      “Vallahi…” dedi. “Sizlerin buraya kadar geleceğinizi ummazdım. Hatta iki deniz kurdu bir Venedik kuzusunu yakalayıp devletlu şehzadeye getirmişler, Şeyh Şüca’yı da ısırmışlar diye kulağıma demin bir laf çalınmışken incelemedim, ‘nemarek – neme gerek’ deyip adınızı bile sormadım. Meğer koca sarayı ayağa kaldıran sizmişsiniz! Gerçekten memnun oldum.”

      Belki bir el daha öpüp ayrılacaktı. Fakat Deli Cafer onun koluna girerek ayrılmasına imkân bırakmadı:

      “Biz…” dedi. “Şu karşıki odalarda konuğuz. Yarın erkenden yola çıkacağız. Ancak içimizde birkaç düğüm peyda oldu. Onları çözmek zahmetine sen katlanacaksın. Bizimle gel, o düğümleri çöz!”

      Kendi cemaziyülevvelini çok iyi bilen denizcileri kızdırmak Ermeni’den dönme doğancının elinden gelemezdi. O sebeple “Hayhay!” demek zorunda kaldı ve kendileriyle birlikte yürüdü. Fakat korsanlar onu uzun müddet tutmak niyetinde değillerdi. Bu sebeple odaya girer girmez sorguya giriştiler:

      “Bize ilkin şu Şeyh Şüca’yı anlat. Kimin nesidir, hangi dergâhın şeyhidir bu herif?”

      Genç doğancı, hemen kapıyı kapadı, korsanların da güç duyabilecekleri bir sesle cevap verdi:

      “O şeyh filan değildir, bahçıvanlıktan gelmedir. Haremde Raziye adlı bir kâhya kadın var. Şeyhin çalıştığı bahçeye -hava almak için- gittikçe onu görür, beğenirmiş. Şüca, hayırsever bir adamın himmetiyle küçüklüğünde biraz mürekkep yalamış, anasından da akıllı doğmuş bir adamdır. Kâhya kadının kendisine tatlı tatlı baktığını görünce meyve devşirip sunmaya, soğuk ayranlar hazırlayıp içirmeye başlar. Sonunda ikisi arasında bir dostluk yüz gösterir. Şüca, Çinganlardan öğrenerek bakla falı açar, kâğıt üzerinde de remil atarmış. Hele rüya tabirinde herkesi kafese kormuş. Bir gün devletlu şehzadenin gördüğü düşü de -Raziye Kadın’ın yardımıyla- hoşça tabir ettiğinden şehzade efendimize çatar. Şimdi burada dairesi, şehirde ayrıca konağı vardır. Bir dediğini devletlu şehzade iki etmez.”14

      “Peki. Devletlu şehzadenin yanına girip çıkanlar arasında hatırı sayılan daha kimler var?”

      “Kadı Üveys.”

      “Ne kadısı bu?”

      “Tire kadısıydı. Bir gün devletlu şehzadeyle ava giderken Yamanlar Dağı’nın eteğinde buna rastladık. Kerli ferli bir adamdı. O koca sarığıyla uzaktan çok heybetli görünüyordu. Meğer herif, göründüğü gibi kaba değilmiş, yol ve erkân bilir kişilerdenmiş. Çünkü şehzade efendimizi görür görmez atından sıçrayıp yere indi, cübbesinin göğsünü kavuşturdu, el pençe divan durdu ve şehzade yaklaşınca bağıra bağıra bir şeyler okumaya başladı. Baba tutmuş siyah köleler gibi sağına soluna sallanıyor, başını hiç durmadan eğip kaldırıyor, ellerini ayaklarını hokkabazca oynatıyordu. Devletlu şehzade, böyle maskaralıkları çok sever. Onun için atlarının başını çektiler, herifin yaptığı oyunu güle güle seyre daldılar. O, aşk ile şevk ile oyununa devam etti, tadını kaçırmadan da bağırıp çığırmayı bıraktı, şehzadenin üzengisine dudaklarını yapıştırdı, şapır şapır ve uzun uzun öptü sonra geri çekildi.15

      ‘Kulun…’ dedi. ‘Tire kadısı Üveys’im. Aşo’yu Bekir’e boşatmaktan,