birer mukallit, mükemmel birer hokkabaz olduklarından Bafa’yı kendilerine hayran edip bırakmışlardı. Maymundan file kadar her hayvanın, sekiz on millete mensup -dişili, erkekli- insanların -gerçeğinden ayırt edilmesine imkân olmayan bir sıhhatle- seslerini ve birtakım karakteristik hareketlerini taklit etmekle, gözden sürme çekmek derecesinde ustalıkla da hokkabazlıklar yapmakla genç kızı âdeta büyülemişlerdi.
Deli Cafer’le Kara Kadı onun yurdundan ve yuvasından ayrılmak elemiyle hırçınlaşmamasını, ağlayıp sızlamamasını, kendi hesaplarına uygun bir durum olarak kabul etmekle beraber, ibrete değer bulmaktan da geri kalmıyorlardı. Çünkü beniâdem denilen mahluklara Allah’ın, tabiatın ve bahtın tattırabileceği en büyük acı -iki deniz kurdunun inancına göre- esir olmaktır, yurttan ve yuvadan uzak kalmaktır. Yine onların kanaatlerince, bir erkek veya bir kadın, herhangi bir iğrenç hastalıktan, bir esirin tattığı ızdırabı duyamaz. Etleri parça parça dökülen, ciğerleri tutam tutam burunlarından düşüp dağılan, gözleri sönen, yürekleri delinen hastaların hissettikleri acı, düşman eline düşmüş ve vatandan cüda kalmış bir esirin duyduğu elemle ölçülemez. Çünkü esir olmak, cennetten cehenneme düşmektir. Esir olmak havasızlığa mahkûm kalıp her nefes alıp verişte bir kere boğulmaktır. Ondan dolayıdır ki yurdunda ekmek bulamadığı ve esir olarak yaşadığı memlekette refaha kavuşturulduğu hâlde gözü hep vatanına çevrili kalmak esirlerin belli başlı şiarıdır. Esir, o sıfatla altın köşklerde yaşamaktan ise yurduna kavuşup çöplükte yaşamayı tercih eder.
Hâlbuki Bafa, kendini baba kucağına götürecek bir yoldan zorla ayıranlarla bir lahzada kaynaşmıştı. Gülüp eğleniyordu ve en küçük bir ızdırap duymuyordu. Acaba bu kayıtsızlık millî bir redîe miydi yoksa iğrenç bir terbiyenin neticesi miydi?..
Deli Cafer’le Kara Kadı ne sosyologdular ne psikolog. Yalnız “insan ruhunun ne gibi tecellilerle temiz ve ne gibi tezahürlerle pis sayılması lazım geleceğini” Türk içtimai heyeti içinde yeni ve yabancı misallerle öğrenmişlerdi.
Değişmesine imkân olmayan o bilgiye istinat ederek Bafa’nın esirlikten elemlenmemesini ruhi bir pislik olarak telakki ediyorlardı, enikonu tiksiniyorlardı. Eğer o, birkaç gün ağlayıp sızlamış olsaydı, hiç de böyle düşünmeyeceklerdi ve kıza tesliyet vermek için ellerinden geleni yapacaklardı. Fakat şimdi derin bir hayret ve derin bir iğreniş içinde onun varlığına karşı kayıtsız kalmak zorunu duyuyorlardı.
Kara Kadı bir aralık insaflı bulunmak istedi. Deli Cafer’in yanında Bafa’yı müdafaaya yeltendi:
“Canım…” dedi. “Haksızlıkta ileri gitmeyelim. Bu Venedikli kız, nihayet bir çocuktur. Şöyle eğilip koklarsak ağzında henüz süt bulunduğunu görürüz, Böylesi bir çocuğa, yakında Osmanlı padişahının karısı olacaksın, dersek onda akıl kalır mı, fikir kalır mı?”
Deli Cafer başını salladı, bu mülahazayı beğenmediğini hissettirdi ve sonra cevap verdi:
“Yanılıyorsun kardeşim. Çünkü oyuncak, ağlayan çocuğu belki susturur. Fakat o çocuğa anasını, babasını unutturamaz. Biz de bir oyuncak sunar gibi, ona büyük şehzadenin karısı olacağını -bol keseden- müjdeledik. Yüreği temiz olsaydı, bu müjdemizden haz almakla beraber anasını anarak, babasına yanarak bir iki saat olsun ağlardı, hâlbuki kahpenin zil takıp oynamadığı kaldı! Kahkahadan neredeyse çenesine ağrı yapışacak!”
Ve birden kaşlarını çattı, arkadaşının yüzüne gözlerini dikti:
“Sultan Süleyman melek gibi bir adamdı, kimseyi incitmek istemezdi. Moskof illerinden bir Hürrem çıkageldi, o melek padişahı ifrite çevirdi, evlat katili yaptı, torun katili yaptı. Bu Bafa da bir gün Topkapı Sarayı’nda hüküm yürütmek yolunu bulursa efendisi olan hünkârı mutlak maskaraya çevirir, kepaze eder.”
“O hâlde kahpeyi Mısır’a, Trablus’a yahut Fas’a götürelim, esir pazarına verelim, haraç mezat satalım.”
Deli Cafer’in ağlayan sesi bu mülahazayı da beğenmeyip reddetti:
“Kubat Çavuş’a söz verdik, bu kızı padişaha armağanlamayı üzerimize aldık. Sonra seninle düşündük, doğacak güneşin batacak güneşten daha kıymetli olduğunu hatırlayarak kızı Manisa’ya götürmeyi, büyük şehzadeye armağan etmeyi kararlaştırdık. Babayla oğul arasında teklif olamayacağı için Kubat Çavuş’a verdiğimiz söz bozulmamış demektir. Lakin kızı bir esir pazarında satılığa çıkarırsak ünümüzü lekeleriz, üç beş yüz altın için adımıza kir getirmiş oluruz. Kararımız karardır, Bafa, Manisa’ya gidecektir. Yalnız şu var; şehzade dediğimiz devletlu, gafil olmamalı, nasıl bir mala sahip olduğunu anlamalı. Yoksa bu kız onu daha tahta çıkmadan teneşir tahtasına düşürür. Çünkü yaman, çok yaman bir şey!”
Bafa, iki kıranta Türk’ün kendi hakkında edindikleri kanaatten bihaber, eğlencelerinde ve kahkahalarında devam ediyordu. Cücelerine çeşit çeşit numaralar yaptırmakla vakit geçiriyordu. Deli Cafer’le Kara Kadı’nın biraz uzak dolaştıklarını sezmekle beraber bu durumdan kuşkulanmış değildi. Onların gemi idaresiyle meşgul olmak yüzünden kendisini fazlaca ihmal ettiklerini sanıyordu. Zaten cüceler varken o ihtiyar kurtlara ihtiyaç da hissetmiyordu. Çünkü o insan komprimeleri de Deli Cafer kadar, Kara Kadı kadar vukuf ile şehzadeden bahsedebiliyorlardı, onu hülyalarında şevke getirebiliyorlardı.
İşte korsan gemisi, sahipleriyle güzel tutsak arasında -cibillet farkı ve ahlak telakkilerindeki benzemezlik yüzünden- vukuya gelen ruhi ayrılığın gün başına çoğalıp durmasına rağmen arızasız yoluna devam etti, Rodos Adası’na yanaştı, oradan Anadolu yakasına doğru süzülerek Marmaris Limanı’na girdi.
O devirde bütün Anadolu limanlarına sık sık korsan gemileri uğrardı, malzeme ve hatta tayfa tedarik ederlerdi. Fakat Deli Cafer gibi, Kara kadı gibi adları yıllardan beri dillerde dolaşan kahraman denizcilerin limanlarda görülmesi pek seyrek vukuya gelen hadiselerdendi. Onun için Rodoslular da Marmarisliler de büyük bir heyecan göstermişler ve iki meşhur kaptanı alkışlamak için kıyılara dökülmüşlerdi. Bu heyecan onların Manisa’ya gideceklerinin ve büyük şehzadeye kıymetli harp ganimetleri sunacaklarının yayılmasıyla bir kat daha ziyadeleşti.
Deli Cafer’le Kara Kadı, at ve tahtırevan bulmak ve bir kervan kurmak zorunda oldukları için şehzade sarayına gideceklerini Marmaris memurlarına söylemeyi gerekli görmüşlerdi. O memurlar bu noktayı öğrendikten sonra telaşa düşmüşlerdi. Ünlü reislerin istedikleri şeyleri tedarik etmeye koyulmuşlardı. Halk da yine bu yüzden Manisa’ya bir dünya güzelinin götürüleceğini öğrendiklerinden korsan gemisini âdeta göz hapsine almışlardı. Gece ve gündüz murakabe ediyorlardı.
Bafa da cücelerle bile avunamayacak kadar sabırsızlanmıştı. Bir ayak önce karaya çıkmak istiyordu, Deli Cafer’le Kara Kadı’yı sıkıştırıp duruyordu. Nihayet kara hazırlıkları bitti. Venedikli güzele kalın tülden uzun bir peçe örtüldü, büyük bir ihtimamla gemiden çıkarılıp kıyıya götürüldü. İhtiyar korsanlar, onun karaya ayak basmasıyla beraber tahtırevana girebilmesi için lazım gelen tedbirleri almışlardı. Fakat halkın gösterdiği büyük ilgi yüzünden bütün tedbirler altüst oldu ve Bafa -bir kısmı Rodos’tan kayıkla Marmaris’e gelmiş olan-yüzlerce adamın ortasında kaldı.
Bu meraklı kitle, şehzade sarayına gitmekte olan bir kadına el sürecek kadar kaba davranmak temayülü göstermiyordu. Lakin “dünya güzeli” olarak kendilerine uzaktan tanıttırılan nefis bir mahluku yakından görmek iştiyakını da hiçbir sebeple feda etmek istemiyordu. Bundan ötürü onu kademe kademe sıkıştırıyorlar ve bir çalımına getirip peçesinden ayırmaya savaşıyorlardı.
Deli Cafer’le Kara Kadı ve yanlarındaki leventler, o kalabalığın bu durumundan