M. Turhan Tan

Safiye Sultan


Скачать книгу

yanına geldi, ondan iğrendiğini göstermek istiyormuş gibi bulantı işaretleri yaptı ve kadıncağızın bir kulağını yakalayarak hamamdan dışarı sürümeye başladı. Raziye, hiç ummadığı bu hücum karşısında şaşırdığından bağırmayı da beceremiyordu, ulumakla inlemek arasında bir besteyle genç kızı takip ediyordu.

      Hamamla Şehzade Murat’ın beklediği oda arasında on on beş adımlık bir koridor vardı. Bu kısa mesafeyi Bafa somurta somurta, Raziye de uluya uluya geçmişlerdi. Kulağını genç parmaklardan kurtaramayan kâhya kadın, şehzadenin yanına varır varmaz, bu işkenceden halas olacağını hatta zalim ve had bilmez kızın cezalandırılması suretiyle kendinin hoşnut edileceğini umduğundan Bafa’yı takipte acele ediyordu.

      Lakin zavallının ümitleri tamamıyla boşa çıktı. Çünkü Bafa, yakaladığı kulağı şehzadenin önünde de bırakmadı, Raziye Hatun’u salon kapısına kadar götürdü, orada biçarenin beline bir tekme savurdu, sofanın ortasına kadar fırlattı.

      Şehzade hayran hayran vakıayı seyrediyordu. O anda umulmaz bir oyun seyretmenin verdiği hazla hoş bir şaşkınlık geçiriyordu. Ne dövülenin lehinde ne dövenin aleyhinde bir düşüncesi yoktu. Fakat Raziye’yi sofaya fırlatıp attıktan sonra yanına gelen, sert sert bir şeyler söylemeye koyulan Bafa’yla baş başa kalınca şehzadeliğini, saray kanunlarını, harem nizamını hatırladı, büyük bir suç işlemiş olan güzel kıza sertçe kelimelerle öğüt vermek istedi.

      Kendisinin İtalyanca, Bafa’nın da Türkçe bilmemesi değil, en nefis bir musiki ahengiyle harıl harıl terennüm eden ağzın güzelliği, o ağza yakışan bir letafetle pırıldayan gözlerin cazibesi, bu arzuyu gelip geçen bir düşünceden ibaret bırakmıştı. Artık Şehzade Murat, Raziye Hatun’un dayak yemesiyle, harem nizamına, saray ananelerine vurulmuş olan darbeyi düşünmüyordu, Bafa’nın lahuti sesine ruhunu vererek ondaki saçların nuru, ondaki gözlerin zarafeti, ondaki dudakların tadı, ondaki gerdanın şiiri ve ondaki endamın sihri içinde gaşyolup gidiyordu.

      Lakin bu temaşa, güzel Venediklinin heyecanına karşı kayıtsız kalmayı mümkün kılamazdı. Çünkü o heyecanda da başka bir güzellik, başka bir cazibe vardı. Bu sebeple şehzade, cesur ve pervasız halayığın ne istediğini, neden gazaba geldiğini anlamak istedi, manalı manasız işaretler sıralamaya girişti. Bafa, bir müddet o işaretlere gelişigüzel mukabelede bulundu fakat bu şekille anlaşamayacağını anlayınca, şehzadenin önünde çömeldi, iki eliyle cücelerinin boylarını çizdi, o muhayyel çizgileri yürütmek suretiyle kendilerini hatırlattı, içeriye getirttirilmelerini anlattı.

      Cüceler, harem ağaları gibi saraylarda kadınlarla temas etmeleri caiz görülen mahluklardır. Şu şartla ki hadım ağalar, harem dairesinde yatıp kalkmaya da mezun oldukları hâlde, cücelere bu izin verilmemiştir. Onlar, davet vuku buldukça hareme girerler, hokkabazlık ve maskaralık yaparlar, kadınları -padişahın ve şehzadelerin huzurunda- güldürüp eğlendirirler, sonra bahşişlerini alıp koğuşlarına dönerler. Şu hâle göre, Bafa’nın dileğini yerine getirmekte bir mahzur yoktu. Şehzade Murat da böyle düşündü, dairesi kapılarına henüz ne bir köle ne bir halayık getirmediği için koridora kadar çıkmak zorunda kaldı, oradan el çırpmaya koyuldu. Daire dışındaki sofalarda emir bekleyen dişili erkekli hizmetçilerden nöbeti olanların, bu işaret üzerine hemen koşacaklarını biliyordu. Fakat ilk el çırpmaya, koridorun bir köşesinden kâhya hatunun iniltisi cevap verdiğinden şehzade onun yanına kadar yürüdü:

      “Hâlâ…” dedi. “Ağlıyor musun? Ayıp be! Kalk, gözlerini sil, kapıma iki üç kızla, iki üç köle yolla. Bu macerayı da unut.”

      Fettan kadın, efendisinin ayaklarına kapanarak -gözyaşları döke döke- yalvarmaya koyuldu:

      “Sarayında yüzden artık kız var. Hepsinin çiçeği burnunda. Beğen beğen, hizmetine al. Dilersen ben yollara düşeyim, diyar diyar dolaşayım, sana istediğinden âlâ kızlar bulayım. İstersen kendimi de senin keyfine, senin zevkine feda edeyim. Tek şu hain kızı kov, ırzımı tekmil et.”

      Şehzade Murat, ayaklarını huşunetle çekti.

      “Alık!” dedi. “Senin göğe çıkıp Zühre yıldızını yakalaman, bana getirmen mümkün mü ki ben kendi ayağıyla sarayıma gelen bu canlı yıldızdan vazgeçeyim. Sen, yediğin dayağı, attığın dayaklara say. Her kuşun eti yenmez olduğunu öğrenip bundan geri önüne gelene kamçı sallama!”

      Kadın, inledi:

      “Ben ona el bile kaldırmadım!”

      “Dilinle, gözünle bir halt etmişsindir. Her ne olmuşsa artık unutman gerek. Sen, haydi kalk, dediğimi yap! Yoksa bir dayak da benden yersin!”17

      İşte cüce Cafer’le Nasuh, şehzadenin bu emri üzerine selamlıktan alınıp içeri getirilmişlerdi ve doğruca Bafa’nın huzuruna götürülmüşlerdi. Murat da boylarına boslarına hayran kalmış olduğu cücelere candan alaka gösteriyordu. Onların İtalyanca konuştuklarını öğrenince bu alaka, minnettar bir şekil aldı ve şehzade, Bafa’nın yanı başına oturarak cücelerin tercümanlığıyla konuşmaya başladı.

      Konuşmaya başladı, dedik. Fakat hakikati ifade etmiş olmadık. Çünkü Şehzade Murat, Bafa’yla konuşmuyordu, onun tarafından enikonu huşunetle isticvap ediliyordu. Hem tehekküm hem tahakküm hissettiren, böyle bir sorguya şehzadenin tahammül göstermesi de şüpheliydi. Gerçi o, her tereddi etmiş ve şımarıklaştırılmış ruhun mümeyyiz vasfı olan açgözlülükle o dakikada yaman bir iştiha taşıyordu. İdraki de iradesi de körleşmişti, yalnız hayvani ihtiraslarıyla görüyor, düşünüyor ve hareket ediyordu. Buna rağmen, Bafa’nın kendine de -aşağı yukarı- bir Raziye Hatun gözüyle baktığını sezseydi, muhakkak ki coşacak, kuduracak ve birçok laubaliliğine aldırış etmediği kızı kıyasıya hırpalayacaktı.

      Cüceler, işte bu akıbeti düşünerek ve sezinleyerek, tercümede sadakatten tamamıyla ayrılmamışlardı, Bafa’nın sözlerini değiştirerek şehzadeye anlatmak ve onun cevaplarını da Venedikli kızın arzusuna göre, tatlılaştırarak İtalyancaya çevirmek yolunu tutmuşlardı. Mesela kız, cücelerin ayak öpmek, şehzadeye dualar etmek, kavuklar sallamak gibi merasimi bitirmelerini müteakip Cafer’i yakalamış, hırçın hırçın söylenmeye koyulmuştu:

      “Sor, bu adama! Beni yüreksiz, ruhsuz bir oyuncak mı sanıyor? Yoksa kendisi henüz yoldan gelmiş yanık yürekli bir kızcağıza nasıl muamele edileceğini bilmeyecek kadar kaba mıdır?”

      Cafer de Nasuh da tepeden tırnağa kadar titremiş olmakla beraber, tek bir saniyelik göz müzakeresiyle tutulacak yolu da kararlaştırmışlardı. Zeki minyatürler kendi durumlarının yukarıya tükürülse bıyık, aşağıya tükürülse sakal denilebilecek bir biçim aldığını anladıklarından iki tarafı idare etmek yoluna girmişlerdi. İşte bu ızdırap içinde Cafer, titiz Bafa’nın, bu ağır sualini şu şekilde Türkçeye çevirdi:

      “Kız, efendimizin dünyalar durdukça yaşamasına dua ediyor, kendisine iltifat buyurduğunuzdan dolayı minnettar kaldığını, bahtiyar olduğunu söylüyor.”

      Şehzade, derin derin Bafa’nın yüzüne baktı ve onu memnun etmek için Nasuh’a hitaben “Sen de benim tercümanım ol!” dedikten sonra, şu cevabı verdi:

      “Venediklilerin kavga eder gibi konuştuklarını bilmiyordum, kendisinin de sizi azarladığını sanıyordum. Kırgın veya kızgın olmadığını öğrenmekten mahzuz oldum. Nasıl, sarayımı beğenmiş mi? Gerçi daha bir yerini görmedi, yalnız hamam dairesine gidip geldi ama yine bir fikir edinmiştir. Hele bir sor.”

      Nasuh da bu sözü, Cafer’in tercüme ettiği suale -yarım yamalak olsun- bir cevap teşkil edebilmesi için şu biçime soktu:

      “Sizin