M. Turhan Tan

Safiye Sultan


Скачать книгу

hülyasından ileri geliyordu. O, daha Venedik’te ve duçeler sarayında ihtiyar korsanlarla flört yaparken, Osmanlı sarayında nikâhın yasak hâline konulduğunu, Kanuni Süleyman’ın Hürrem Sultan’dan sonra, kimseyi nikâhlamadığı gibi, şimdiki padişahın odalık usulüne son derece sadık kaldığını ve veliahdını da o yolda yürüttüğünü öğrenmişti. Bu sebeple Manisa sarayında kendine nasıl bir rol ve vazife düştüğünü -eksiksiz- biliyordu. Lakin şehzadenin daha ilk yüzleşmede, kollarını aça aça üzerine yürüyeceğini ve bu hamlede muvaffak olamayınca bir hamam sohbeti teklif edeceğini hatırına getirmiş değildi. Beş on gün olsun bir anlaşma ve kaynaşma devri geçireceğini umuyordu. Bu ümidinde aldanmış, kâhya kadının pek kabaca davranışından da müteessir olmuş bulunduğundan şehzadeye dert yanmak, sızlanmak kararını almıştı. Bu dert yanışta, bu sızlanışta, yüzüne nasıl bir renk, sesine nasıl bir ahenk vereceğini kestiremediği için de üzülüyordu. Fakat şehzadenin, Raziye Hatun’a atılan tekmeyi hoş görmesi ve kendisini sitemli bir bakış atmak suretiyle olsun tekdir etmemesi, o üzüntüyü cürete çevirmişti ve işte bu yaygarayı koparmıştı.

      Maksadı, işaret edildiği üzere, nikâhlanma işine kuvvetlice temas etmekti ve yapacağı hamle boşa giderse kendini -kabil olduğu kadar- pahalıya satmaktı. Cüceler, kimsenin ihtimal vermediği ve veremeyeceği müdahalelerde onu, hakikate yaklaştırdıkları gibi şehzadeyi de gazaba gelmekten, tamiri imkânsız işler yapmak zoruna düşmekten uzak tutmuşlardı. Şimdi ortada bulutsuz bir sema vardı. Şehzade o lekesiz sema içinde birçok zevk kaynakları, birçok safa nüveleri keşfederek ruhi gevişler getiriyordu, Bafa da aynı semada, kendi istikbalini -hale hale, kehkeşan kehkeşan, burç burç- seyrederek hissen baygınlıklar geçiriyordu.

      Cücelerin şevki, idaresi altında onların buldukları uzlaşma şartları şunlardı: Şehzade, on gün Bafa’yı misafir sayacak, dinlenmesini kolaylaştıracak, saray kadınlarıyla onu tanıştıracak ve hakiki bir gözde olduğunu herkese karşı tebarüz ettirmek için şanına, şerefine düşen lütufkârlığı yapacak. Bafa da on gün sonra gecesini, gündüzünü -kayıtsız ve şartsız- şehzadenin himmetine bağlayacak!..

      Cüce Nasuh, o uzun muhavere sırasında bir sırasını düşürüp Osmanlı saraylarında padişahlarla, şehzadelerle pazarlığa girişmenin, mukavele veya muahede yapmanın görülmüş şeylerden olmadığını ve Şehzade Murat tarafından gösterilen uysallığın, bu sebeple büyük bir iltifat, büyük bir ikram sayılması lazım geleceğini Bafa’ya anlatmıştı. Zaten o da Venedik duçelerine, Alman imparatorlarına, Fransa krallarına çok yükseklerden bakan ve o haşmetpenahları huzurlarında titreten Kubat Çavuşların efendileri olan padişahlarla prenslerin şakaya gelir insanlar olmadığına kanaat besliyordu. Yalnız Yaradan’a sığınıp bahtını sınamak, kendini şehzadeye nikâhlatmak istemişti. Bu tecrübenin müspet netice vermediğini görünce -ki şehzade böyle bir arzudan bile haberdar olmamıştı ve Bafa’yı o dilekten cücelerin zekâsı çevirmiş bulunuyordu- tabiatıyla kanaatkâr göründü, ne kazandıysa onunla iktifaya rıza gösterdi.

      Şimdi o, haşin davranarak kalbini kırmış olduğunu sandığı şehzadeye hulus çakmak, yaltaklanmak ve kendini şuhluğuyla da beğendirmek ihtiyacına kapılmıştı. Uzlaşma şartları -cücelerin himmetiyle-kararlaşıp münakaşa bitince yerinden gülümseye gülümseye kalktı, cüce Cafer’i kucağına alarak, büyük odanın bir köşesine gitti, orada cüceyle dudak dudağa bir şeyler konuştu, sonra Cafer’i yere bırakıp geri geldi, şehzadenin önünde Avrupakari zarif bir reverans yaptı ve ardından ilerleyip -yine istiğrak âlemine dalmak üzere bulunan- şehzadenin iki elini tuttu, acip olmakla beraber, kulağına latif gelen bir Türkçeyle sordu:

      “Siz, beni sevecek?”

      Murat, ihtiyarsız, “Evet, evet!” diye bağırınca da -yine Türk diliyle-şunları söyledi:

      “Ben de sizi sevecek?”

      Şehzade, hiçbir kadından duymadığı o sualle, bu hatimeden yüreğine sızan renk renk haz içinde gaşyolup gitmek üzereydi. Fakat kızın şuhluğuna şehzadece bir mukabelede bulunmak lazım geldiğini hatırladığından kendini topladı, parmağındaki -Mısır’ın bir yıllık vergisi kıymetindeki- elmas yüzüğü çıkarıp Bafa’nın parmağına -elleri heyecandan titreye titreye- taktı. Viyana sarayından gönderilmiş olmak itibarıyla hakiki kıymeti kadar, tarihî değeri de yüksek olan kubbeli ve elmaslı saatini de kuşağı arasından çekip çıkardı, cüce Cafer’e uzattı.

      “Al bre mızrak boylu…” dedi. “Şu saati. Kıza öğrettiğin sözlerin bedeli olsun!”

      Cafer, bütün endamıyla, yere kapanıp şükranını arz ederken Bafa, cüce Nasuh’u gösterdi, onun da sevindirilmesini işaretle istedi. Şehzade, hemen elini koynuna sokmak ve bir kırmızı kese altın çıkarıp Nasuh’a atmak suretiyle kızın bu dileğini yerine getirdikten sonra, Cafer’i yanına çağırdı.

      “Bak şehlevend…” dedi. “Biz şu toy kızla lafa dalıp mühim bir şeyi unuttuk: Bizim yanımızda ancak Muhammedîler yatıp kalkabilir. İsevilere, Musevilere hatta Mecusilere iş veririz, para veririz ama yatağımızda, soframızda yer veremeyiz.

      Onun için şu minimin meleğin de İslam dinine girmesi lazımdır. Mademki beni seveceğini söylüyor, dinini terk etsin, sevgisini ispat etsin.”

      Ve Cafer, kelimesini değiştirmeye imkân görmediği bu emri, İtalyancaya çevirmeye hazırlanırken derin derin içini çekerek ilave etti:

      “Dinimizde zor yoktur, ikrah yoktur. İsterse Müslüman olur isterse olmaz. Fakat burada kalmak için mutlaka bizim dinimizi kabul etmesi icap eder. Buralarını da -onu korkutmadan, gücendirmeden-anlat!”

      Cüce, büyük bir dikkatle tercüme işini yapmaya başladığı sırada Şehzade Murat için için terliyor ve yine için için titriyordu. Çünkü Venedikli güzelin, öbür halayıklar gibi, ulu orta açılan kucaklara körü körüne düşecek, otur denilen yerde deve yavruları gibi çöküp, kalk denilince de sıçrayıp kalkacak soydan olmadığını sezinlemişti. Şu hâlde onun, dinini terke rıza göstermemesi de muhtemeldi. Şimdi, bu ihtimal tahakkuk ederse kendisi ne yapacaktı? Saray ananesine hürmet göstererek, henüz ağız tadıyla tek bir busesini bile alamadığı, bu eşsiz güzeli sürüp kovacak mıydı yoksa padişahın pek muhtemel hiddetine ve bütün memleketin nefretine göğüs gererek onu yanında alıkoyacak mıydı?

      Birinci şıkkı kolaylıkla kabul edemeyeceğini anlıyordu. Çünkü kızı -aşk denilecek kadar kuvvetli bir duyguyla- seviyordu. Kalbinde bir çıralaşma duyuyor ve Bafa’nın gülümseyen bir bakışından, pırıldayan bir tebessümünden hatta somurtuşundan o çıralarmış kalp, ateş alıp alev alev yanıyordu. Bu bir aşk, bir tutkunluk, bir sevda, bir şeydalık başlangıcı mıydı? Yoksa kızgın bir iştiha alameti miydi? Şehzade, buralarını kestirmek şöyle dursun hatta muhakeme bile edemiyordu. Ancak Bafa’dan -din ayrılığı yüzünden de- ayrılmak kudretini kendisinde bulamıyordu.

      Fakat ayrı bir din taşıyan ve İslam dinine girmesi hakkındaki teklifi reddeden bir kadını yanında tutmak da kendisine felaket getirebilirdi. Buna ne anane ne muhitin müsamaha seviyesi müsaitti. Şu takdirde ne yapmalıydı ve ne yapabilirdi?

      Murat’ın hatırına bir aralık adaş dedelerinden İkinci Murat’ın nikâhlısı bulunan Sırp prensesi Mara geldi. Fatih Sultan Mehmet, babasının ölümüyle tahta çıkınca üvey anası bulunan ve dul kalmış olan bu prensesi öz yurduna, Sırp iline yolladı ve kadın orada eski dinine avdet ederek yaşamaya başladı. Demek ki Türk sarayına gelip de dinlerini değiştiren kadınların bu ihtidaları samimi değildi. Hele yaşça biraz ilerlemiş, büluğ çağına varmış kızların dinlerini gerçekten değiştirdiklerine inanmak çok güçtü. Bafa’nın, dinini bırakmamakta ısrar etmesi hâlinde, onu zorlamayarak ve Hristiyan olarak yanında alıkoymak, bir sual vukusunda