yüzünü en ince ayrıntılarına kadar bize gösteriyordu. Sarayın tepeleri uzaklaşan sisin gri fonu üzerinde nazikçe kendi formunu belli ediyordu. İstanbul’un Marmara Denizi’ne bakan, şehrin dört millik bir parçası önümüze serilmişti, karanlık duvarları ile rengârenk evleri suyun üzerine bir ayna gibi net ve keskin bir şekilde yansıyordu.
Birdenbire gemi durdu.
Herkes kaptanın etrafını sarmış, nedenini öğrenmeye çalışıyordu. Kaptan yolculuğa devam edebilmek için sisin dağılmasını beklemek zorunda olduğumuzu açıkladı. Gerçekten de sis kalınca bir perde gibi hâlâ Boğaz’ın girişini gizliyordu. Ancak birkaç dakikadan daha kısa bir süre sonra çok dikkatli ilerlemek kaydıyla yolculuğa devam edebileceğimiz söylendi.
Eski sarayın bulunduğu tepeye doğru yaklaşıyorduk.
Ben de dâhil olmak üzere herkesin merakı iyice artmıştı.
“Şu tarafa dönün.” dedi kaptan. “Tüm tepe karşımızda belirinceye dek bekleyin, bakmayın.”
Döndüm ve bana dans ediyormuş gibi gelen bir taburenin üzerine gözlerimi diktim.
Kaptan birkaç dakika sonra haykırdı: “İşte burası!”
Döndüm. Gemi durmuştu.
Tepeyle yüz yüzeydik, inanılmaz yakındık.
Gölgesi denizin üzerine düşünceye dek dallarını burçlu surların dışına taşıran serviler, sakız ağaçları, köknar ağaçları ve ulu çınar ağaçları ile kaplı büyük bir tepeydi, tüm bu yeşillik yığınının ortasında düzensizce, kimi birbirinden bağımsız kimi grup hâlinde kimi rastgele serpiştirilmiş gibi köşklerin çatıları, gezinti yerleriyle kasırlar, gümüş rengi küçük kubbeler, kafesli pencereleri ve girişik bezemeli kapılarıyla narin ve tuhaf formlu küçük yapılar, arasında bahçeler, koridorlar, avlular ve gizli bölmeler bulunduğuna inanılan hepsi beyaz, küçük, yarı gizli yapılar vardı, bir ormana kapanmış dünyadan bağımsız, gizem ve hüzün dolu koskoca bir şehirdi burası. Tam bu dakikada, güneş üstüne vurduğu hâlde hâlâ ince bir örtü onu kaplıyordu. Kimse görünmüyordu ortalıkta ve en ufak bir çıt bile çıkmıyordu. Tüm yolcular gözlerini dört asırdır şan ve şerefle, zevk ve sefayla, aşk ve mutlulukla, suikastlerle ve kanla dolu anıların taçlandırdığı bu tepeye dikmişti, büyük Osmanlı İmparatorluğu’nun kraliyet sarayına, kalesine ve artık dev mezarı olan bu tepeye bakarken kimse konuşmuyor, yerinden kıpırdayamıyordu. Aniden geminin ikinci kaptanı “Beyler, bakın Üsküdar!” diye bağırdı.
Üsküdar
Hepimiz Anadolu yakasına doğru döndük. Altın semt Üsküdar’ın tepeleri sabahın sisi ile örtülmüştü, sanki bir perinin sihirli değneğinin dokunuşu ile ortaya çıkıvermiş gibi tatlı ve taze, üzerine kurulduğu tepelerin zirvelerine ve yamaçlarına alabildiğine yayılmıştı. Bu manzarayı kim tarif edebilirdi ki? Kendi şehirlerimizi anlatmaya çalışırken kullandığımız dil bu şehirdeki muazzam renk ve perspektif çeşitliliğini, şehir ve kırsalın, gösterişin ve sadeliğin, Avrupa ve Doğu’nun, keyif ile ciddiyetin, kaba saba olanla zarif olanın muhteşem harmanlanışını tasvir etmeye yetmeyecektir. Aralarından kar gibi beyaz yüzlerce caminin yükseldiği sarılı kırmızılı binlerce ev, binlerce yemyeşil gür bahçe, üst tarafta Doğu’nun en büyük mezarlığının yer aldığı devasa bir servi ormanı, şehrin kenarlarında boydan boya beyaz bir kışla, grup grup ev ve servi ağaçları, yamaçlara yayılmış küçük köyler, tüm bunların tam arkasında yeşilliklerin arasına gizlenen başka başka köyler, ufuğu bir perde gibi kapatan dağların yarısına kadar uzanan beyaz minareler ve kubbe tepeleri ile dolu bir şehir düşünün, ucu bucağı olmayan bir bahçenin içine kurulmuş, yer yer frenk incirleri ile kaplı, yeşillikler ve çiçekli koylara açılan ve tüm bu güzelliklerini Boğaziçi’nin bir ayna gibi yansıttığı şehir.
Ben Üsküdar’ı izlerken, arkadaşım keşfettiği başka bir semti göstermek için dirseği ile beni dürttü. Gerçekten de Marmara Denizi’ne doğru dönünce, yine Anadolu yakasında, Üsküdar’ın hemen ötesinde, geminin çoktan geçtiği ancak şimdiye kadar sisle örtülü olduğu için fark etmediğimiz evlerin, camilerin ve bahçelerin oluşturduğu bir sıra vardı. Dürbünle bakınca kahveler, çarşılar, Avrupa stili evler, limanlar, bahçeleri saran duvarlar, kıyı boyunca dağınık hâldeki tekneler çok net seçiliyordu. Burası; Bizans’ın ezelî rakibi Kalsedon’un antik harabelerinin üzerine kurulan yargıçların köyü, Kadıköy’dü. Kalsedon İsa’dan altı yüz seksen beş yıl önce İstanbul’un merkezi karşı yaka yerine bu kıyılarda bir şehir inşa ettikleri için delfi kâhinleri tarafından körler takma adını alan Megaryalılar tarafından kurulmuştur. “İşte üç şehir gördük bile!” dedi kaptan “Gözünüz üzerlerinde olsun çünkü ardı ardına yenileri çıkacak karşınıza.”
Sarayburnu Tepesi ile Üsküdar arasında gemi hareketsiz bekliyordu. Sis tam karşımızdaki Galata ve Pera’yı örttüğü gibi Boğaziçi’ni de gizliyordu. Yanımızdan mavnalar, vapurlar, guletler, küçük yelkenliler geçiyordu ama kimse onlara bakmıyordu. Tüm gözler bu Frenk kentini kaplayan gri örtünün üzerindeydi. Sabırsızlıkla ve mutlulukla titriyordum. Birkaç dakika içinde karşılaştığımız manzara ruhumda fırtınalar koparacak kadar muazzam olacaktı. Ellerim titrediği için dürbünü gözlerimde sabit tutmaya çalışırken zorlanıyordum. Kaptan beni izliyordu, adamcağıza heyecanım zevk veriyordu âdeta. Ellerini ovuşturarak “Tamam! Tamam!” deyip duruyordu.
Nihayet sis perdesinin arkasından önce beyaz birtakım lekeler; sonra büyükçe bir tepenin belli belirsiz hatları, ardından güneş ışınlarının çarptığı pencerelerden yayılan ışıklar ve biri diğerinin üzerinde rengârenk sayısız evden oluşan bir tepe ile ışık dolu Pera ve Galata ortaya çıkmıştı; minareler, kubbeler ve serviler ile taçlanmış çok yüksek semtlerdi bunlar, zirvesinde elçilerin anıtsal sarayları ve Galata’nın büyük kulesi, bunlara yürüme mesafesinde Tophane’nin engin cephaneliği ve gemi ormanı görünmeye başladı. Sis, gitgide seyrelirken, şehir hızla Boğaziçi’ne doğru uzuyor gibiydi ve tepelerden caminin beyaz lekelerinin düştüğü, engin denize kadar ardı ardına köyler, sahil saraylar, kasırlar, bahçeler, köşkler, korular ve uzaktan sislerin içine gizlenmiş, sadece güneşin aydınlattığı tepeleri görünen köyler bir renk cümbüşü, bolca yeşil, anlamsız nidalar attıracak kadar güzel bir zarafet ve neşeyle birlikte ortaya çıkıyordu. Yolcular, gemiciler, Türkler, Avrupalılar, çocuklar, gemideki herkesin ağzı açık kalmıştı. Kimseden çıt çıkmıyordu. Ne yöne bakacağımızı şaşırmış hâldeydik. Bir yandan Üsküdar ve Kadıköy diğer yandan Sarayburnu’nun tepeleri, tam karşımızda Galata, Pera ve Boğaziçi vardı. Tümünü görebilmek için kendi etrafımızda dönüp durmamız ve sağa sola bakmamız gerekiyordu nitekim öyle de yapıyorduk, bir yandan her tarafa ateşli bakışlar fırlatıyor, bir yandan nefesimizi kesen bir mutlulukla hiç konuşmadan yalnızca beden diliyle anlaşıyor, gülüşüyorduk. Ne güzel anlardı, Allah’ım!
Sandalcılar ve Galata Kulesi
Yine de; şehrin en güzel ve en büyük parçasını henüz görmemiştik. Sarayburnu yakınlarında hâlâ hareketsizce duruyorduk, İstanbul’un en muazzam manzarasına sahip olan Haliç, geminin burnu dönmeden görünmeyecekti. Kaptan hareket emrini vermeden önce “Beyler, dikkatli olun!” diye bağırdı. “Şimdi en dikkatli olmanız gereken yere geldik. Üç dakika içinde İstanbul ile yüz yüze olacağız!”
Bir üşüme aldı beni.
Birkaç dakika daha bekledik.
Ah!