Edmondo De Amicis

İstanbul


Скачать книгу

boğuk uğultunun üstünde, her dilden gazeteleri yüklenmiş Rum gençlerinin tiz çığlıkları, hamal sürülerinin feryatları, Türk kadınlarının tiz kahkahaları, harem ağalarının çocuksu sesleri, Kur’an’dan ayetler okuyan körlerin falsetto trilleri, sallanan köprünün kasvetli gürültüsü, ıslıklar ve rüzgârının zaman zaman kalabalığın üzerine birkaç dakika boyunca kimsenin kimseyi göremediği dumanı götürdüğü yüzlerce buharlı geminin çanları duyulur. Bu maskeli balo ahalisi, Boğaziçi köylerine ya da Haliç’in mahallelerine ulaşmak için dakikada bir kalkan Üsküdar vapurlarına biner, tüm İstanbul’a yayılır: pazarlara, camilere, Fener ve Balat köylerine varır, Marmara Denizi’nin en uzak mahallelerine kadar ulaşır, Avrupa Yakası’nda sağda sultanın sarayına solda Pera’nın öteki mahallelerine saptıktan sonra tepelerin yamaçları boyunca kıvrıla kıvrıla giden sayısız daracık yolu izleyerek yine köprüye dönerler, böylece Asya ile Avrupa’yı on semt ile yüz mahalleyi düşününce insanı dehşete uğratacak seviyede bir entrika ve gizem ağı sarar. Bu manzaranın insana neşe vereceği düşünülebilir. Ancak bilin ki bu doğru değil. O ilk merak geçtikten sonra, şenlikli renkler solmaya başlar: artık önünüzden geçip giden büyük bir karnaval alayı değil; tüm sefaleti, çılgınlığı, inançlarının ve yasalarının uyumsuzluğu ile geçip giden insan yığınıdır, çürümüş halklar ve umutsuz ırklar için bir tavaftır, yardıma koşulması gereken talihsizlikler, temizlenmesi gereken utançlar ve kırılması gereken zincirler silsilesidir, kanla yazılmış ve kanla yok olacak korkunç sorunlar çöplüğüdür ve bu devasa karışıklık insana sıkıntı verir. Hemen sonra merak duygusu tüm bu sonsuz çeşitlilikteki tuhaf şeylerden tatmin olarak körelir. İnsan ruhunda ne çok çalkantı oluyor işte! Köprüye varışımdan itibaren on beş dakika bile geçmemişti daha, köprünün parapetlerine yaslanmıştım, bir kurşun kalem ile dikkatsizce bir parça karalıyor, bir yandan esniyorken içimden Madam de Stael’in şu ünlü sözünde ne çok doğruluk payı var diye düşünüyordum: “Seyahat etmek zevklerin en hüzünlüsüdür.”

      İSTANBUL

      Bu sersemlemiş hâlden kurtulmak için yapılacak en iyi şey İstanbul tepelerinin yamaçlarından kıvrıla kıvrıla giden binlerce sokaktan birine dalmaktır. Bu sokaklarda derin bir huzur hüküm sürer ve Haliç’in diğer kıyıları üzerindeki Avrupai yaşantının gürültülü karmaşası nedeniyle gözden kaçan Doğu’nun gizemli ve özel tüm yönleri buralarda sessiz sakin ve tadına vara vara seyredilebilir. Burada her şey harfi harfine Doğuludur. On beş dakikalık bir yürüyüş sonrasında daha kimseyi görmez ve hiçbir ses işitmez olursunuz. Her yerde ilk katı zemin katın üzerinde başlayan ve ikinci katı da sanki birincisinin üzerine çıkmış gibi görünen, ahşaptan rengârenk boyanmış cumbalı evler vardır, bu çıkmaların üç yanı pencereli ve ahşap kafeslidir ve sanki asıl evden sarkan ikinci bir evmiş gibi görünen bu cumbalar sokağa hüzün ve kendisine has bir hava verirler. Bazı yerlerde sokaklar o kadar dardır ki, birbirine karşı karşıya duran evlerin çıkmaları neredeyse birbirine dokunacak gibidir ve bu insan kafeslerinin gölgesinde gününün büyük kısmını gökyüzünü incecik bir şeritmişçesine görerek evinde geçiren Türk kadınlarının ayaklarının dibinden geçilir. Kapıların tümü kapalıdır, zemin katın pencerelerinde parmaklıklar vardır, tüm soluklar güvensizlik ve kıskançlık doludur; insan kendini sanki bir manastır şehrinden geçiyormuş gibi hisseder. Ara sıra bir kahkaha patlaması duyulur, başınızı kaldırırsanız hemencecik kayboluveren bir çift parlayan göz ve bir tutam örgülü saç görürsünüz. Bazı yerlerde hararetli bir sohbete rastlarsınız ancak adımınızın sesi sokakta yankılanır yankılanmaz sohbet de kesilir. Oradan geçtiğiniz bir dakikalık sürede kim bilir hangi dedikodu ve entrikalara engel olursunuz. Siz kimseyi görmezsiniz ama sayısız göz sizi görür; yalnızsınızdır ama bir kalabalığın ortasındaymış gibi hissedersiniz kendinizi; fark edilmeden geçip gitmek istersiniz, adımlarınızı sıklaştırarak, hızlı hızlı yürür, gözlerinizi yerden ayıramazsınız. Açılan bir kapı ya da kapanan bir pencerenin çıkardığı ses bir gümbürtü kopmuş gibi gelir size, aniden irkiliverirsiniz. Bu sokakların kaderi kasvetmiş gibi görünür aslında ama bu gerçekten doğru değil. Beyaz bir minarenin yükseldiği yeşillik bir alan, size doğru yürüyen kırmızılar giymiş bir Türk, bir kapının önünde dikilen Arap bir halayık, bir pencereye asılmış Acem halısı bir saat boyunca oturup seyredilesi, hayat ve ahenk dolu bir tablo oluşturmak için yeterlidir. Yanınızdan geçen üç beş kişiden bir tanesi bile dönüp size bakmaz. Yalnızca zaman zaman arkanızdan “Gâvur!” diye bağırıldığını işitir ve gelen sese dönüp baktığınızda bir gencin kafasının bir panjurun arkasında kaybolup gittiğini görürsünüz. Diğer zamanlarda ise küçük evlerden birinin kapısı açılır: haremin güzel cariyelerinden birini görmeyi beklersiniz ancak onun yerine ufacık şapkası ve yerlere sürünen kuyruğu ile “adieu” ya da “au revoir” gibi şeyler mırıldanan Avrupalı bir hanım çıkıverir, ağzınız açık orada kalakalırken o hızlı hızlı yürüyerek gözden kaybolur. Sessiz sakin başka bir Türk sokağında ise birden yükselen tiz bir korna sesini ya da atların nal seslerini işitirsiniz. Dönüp bakarsınız, o da ne? Gözlerinize inanamazsınız. Daha önce fark etmediğiniz iki rayın üzerinde hareket eden, içi Türk ve Frenk dolu, üniformalı sürücüsü, basılı seferleri ile Viyana ve Paris’teki ile aynı özelliklerde bir atlı tramvaydır bu. Sokaklardan birinde aniden beliren bu tuhaf şey kelimelerle anlatılacak gibi değildir: burada bir şaka ya da bir yanlışlık varmış gibi gelir size, gülmekten kendinizi alıkoyamazsınız ve sanki hayatınızda daha önce hiç görmemişsiniz gibi arkasından hayran hayran bakakalırsınız. Tramvay geçip gidince, Avrupa’nın yaşam stili de yok olur gider ve yeniden kendinizi bir tiyatro sahnesi değişiyormuş gibi Asya’nın içinde bulursunuz. Bu ıssız sokaklardan; neredeyse tamamını dev bir çam ağacının gölgelediği küçük ve geniş meydanlara çıkarsınız. Bir tarafında develerin su içtikleri bir çeşme, diğer tarafında kapısının önündeki şiltelere yayılan Türklerin nargilelerini içtikleri bir kahvehane bulunur. Kahvehane kapısının hemen yanında ise yapraklarının arasından Marmara Denizi’nin uzak maviliğinin ve birkaç beyaz yelkenlinin göründüğü, gövdesini asma yapraklarının kucakladığı dev bir incir ağacı vardır. Bembeyaz bir ışık ve ölümcül bir sessizlik tüm bu yerlere vakur ve melankolik bir hava verir, böylece onları yalnızca bir kez görmüş olsanız dahi asla unutmazsınız. Ruhunuza hafif bir uyku gibi ağır ağır sızan bu esrarengiz hava sizi ele geçirir, yürüdükçe yürür ve kısa bir süre sonra tüm mekân ve zaman algınızı yitirirsiniz. Yakın zamanda çıkmış büyük bir yangının izlerini taşıyan geniş araziler, aralarını çimler sarmış ve artık bir keçi yoluna dönüşmüş yalnızca birkaç evin ayakta kaldığı bayırlar, tek bir bakışla tüm sokağın, dar geçitlerin, bahçelerin, yüzlerce evin rahatça seyredilebildiği ancak ne tek bir insan siluetinin ne bacadan çıkan tek bir parça dumanın ne de kapısı açık bir evin olduğu, hiçbir yaşam belirtisi göstermeyen tepeler çevrenizi sarar. Sanki bu devasa şehirde yapayalnızmışsınız gibi düşünür, korkmaktan kendinizi alıkoyamazsınız. Ancak yokuş aşağı inip bu küçük sokaklardan birinin en sonuna kadar gittiğinizde her şey değişir. Artık bakanın bir daha bakacağı anıtlarıyla çevrili İstanbul’un en büyük yollarından birindesinizdir. Camilerin, köşklerin, minarelerin, kemerlerin, mermerden ve lacivert taşından çeşmelerin, göz alıcı işlemeleri ve altın yaldızlı kitabeleriyle sultan türbelerinin, çini dolu surların arasından, sedir ağacından yapılan saçakların altından, bahçelerin altın parmaklıklarından ve surların duvarlarını aşan tüm sokağı mis gibi kokutan görkemli bir bitki örtüsünün gölgesinde yürürsünüz. Bu sokaklarda, her adımınızda bir nezaretten ötekine gidip gelen paşa arabalarına, zabitlere, memurlara, yaverlere, köşklerin harem ağalarına,