Edmondo De Amicis

İstanbul


Скачать книгу

çeşme oluvermiş, Santa Irene Kilisesi cephanelik, Konstantin Sarnıcı atölye olmuş, Arcadio sütununun kaidesi bir nalbant için değiştirilmiş, hipodrom artık at pazarına dönüşmüş, sarmaşıklar ve molozlar imparatorluk saraylarının temelini kaplamış, amfi tiyatroların zemininde mezarlık çimenleri yetişmiş. Yangından kararmış ya da işgalcilerin elinde harap olmuş çok az kitabe bu tepelerin üzerinde bir zamanlar Doğu imparatorluğunun muhteşem metropolünün var olduğunu hatırlatıyor. Bu devasa harabenin üzerinde İstanbul mezarına girmiş bir cariye gibi zamanının gelmesini bekliyor.

      Yenicami

      OTELDE

      Şimdi okurlar biraz olsun soluk alabilmek için benimle otele gelsinler.

      Şimdiye kadar tasvir ettiklerimin büyük bir kısmını arkadaşım ve ben buraya vardığımız gün gördük. Geceyi geçirmek üzere otele döndüğümüzde aklımızın ne hâlde olduğunu kim bunu okuyorsa hayal etsin. Yolda tek kelime etmemiştik ve odamıza girer girmez kendimizi birbirimizin yüzüne bakacak şekilde kanepeye attık ve ikimiz birden şunları sorduk:

      “Ne düşünüyorsun?”

      “Ne diyorsun?”

      “Ben buraya resim yapmaya geldim diye düşünüyorum.”

      “Ben de yazmaya!”

      Bunun üzerine yüzümüzde birbirimize karşı duyduğumuz şefkat okunurcasına gülümsedik. Aslında, o akşam ve hatta birkaç gün sonra, Sultan Abdulaziz bana Anadolu’dan bir kasabayı ödül olarak vereceğini söylese bile onun devletinin payitahtı üzerine on satırı doğru düzgün bir araya getirmeyi başaramazdım, böylesi büyük şeyleri tasvir etmek için ondan biraz uzaklaşmak, onları iyice hatırlayabilmek için de biraz olsun unutmak en doğrusudur. Kaldı ki Boğaz’ı, Üsküdar’ı, Olympus’un tepelerini gören bir odanın içinde nasıl yazacaktım ki? Otelin kendisi seyirlik bir yerdi. Günün her saatinde, merdivenlerde ve koridorlarda her ülkeden çeşit çeşit insanların gelip gittiği görülüyordu. Bir yuvarlak masanın etrafında her gün yirmi farklı milletten insan oturuyordu. Akşam yemeğinde; İtalyan hükûmetinden gelme bir delege olduğum için meyve servisi esnasında uluslararası büyük problemler üzerine söz almam gerektiği aklımdan çıkmıyordu. Etrafta pembe suratlı leydiler, saçları darmadağın artistler, bizden para koparmaya çalışan mücadeleci maceraperestler, başında altın haresi eksik olan bizanslı bakireler, tuhaf ve uğursuz yüzler oluyordu ve bunlar her gün değişiyordu. Meyve servisi esnasında, herkes birden konuşurken, insan kendini Babil kulesindeymiş gibi hissediyordu. İlk günden İstanbul tutkunu birkaç Rus ile tanıştım. Her akşam şehrin dört bir yanından gelip yine burada buluşurduk, herkesin anlatılacak bir yolculuk hikâyesi vardı. Kimi Serasker Kulesi’nin tepesine çıkmış, kimi Eyüp mezarlığını ziyaret etmiş, kimi Üsküdar’dan gelmiş, kimi Boğaz’ın üzerinde koşu yapmış olurdu; hepsi konuşuluyordu ve muhabbetler hep aynı ışık ve aynı renklerle dolu tanımlamalarla geçiyor, kelimeler yetersiz kaldığında Ege’nin kokulu ve tatlı şarapları imdada yetişiyordu. Ayrıca burada tabii parası bol memleketlilerim de vardı ve onlara aşırı sinir oluyordum çünkü çorbasından meyvesine kadar İstanbul hakkında söylemediklerini bırakmıyorlardı: kaldırım yokmuş, tiyatrolar karanlıkmış ve akşamlarını nasıl geçireceklerini bilemiyorlarmış. Sanki gecelerini geçirmek için İstanbul’a gelmişlerdi. İçlerinden biri Tuna’ya yolculuk yaptığını söyleyince ona bu büyük nehri sevip sevmediğini sordum. Bana dünyanın hiçbir yerinde Avusturya krallığına ait olan vapurlarda yediği gibi bir mersin balığı yemediğini söyleyerek cevap verdi. Bir diğeri hoş ve sevgi dolu bir yolcuydu, sırf kadınları baştan çıkarabilmek için yolculuk ediyor, kandırabildiği kadınların listesini yanında taşıyordu. Büyük ölçüde kutsal ruhun sekizinci hediyesi ile ödüllendirilen bu sarışın ve uzun boylu kont sohbette konu ne zaman Türk kadınlarına gelse, gizemli bir gülümseme ile kafasını eğer ve sözlerini yudum yudum içtiği şarapla keserek muhabbete dâhil olurdu. Her gün diğerlerinden biraz daha geç ve nefes nefese, sanki on beş dakika önce sultanın yanından çıkmış gibi bir havayla, yemek yemeye gelirdi, bir tabakla diğeri arasında katlanmış notları cebinden dikkatlice çıkarır, onların cariyelerden gelen mektuplar olduğu izlenimini verirdi ama yüzde yüz otelin hesaplarıydı. İşte, kozmopolit şehirlerin otellerinde bunun gibi insanı şaşırtacak çok konu vardır. İnanmanız için bizzat orada olmanız, gözlerinizle görmeniz gerekir. Yaklaşık otuzlu yaşlarda, uzun, asabi, gözleri velfecri okuyan ve heyecanlı heyecanlı konuşan genç bir Macar vardı, kendisi Paris’te zengin bir beyefendiye asistanlık ettikten sonra Cezayir’deki Fransız Zouavelerin arasına katılmaya gitmiş, orada yaralanmış ve Araplara esir düşmüş, ardından Fas’a kaçmış, sonra tekrar Avrupa’ya dönmüş ve Lahey’e giderek Açeliler’e karşı orduda yer alabilmek için subay rütbesi istemiş, Lahey tarafından reddedilince, Türk ordusuna kaydolmaya karar vermiş, İstanbul’a gelebilmek için önce Viyana’ya geçmiş ancak bu esnada bir kadın için yapılan bir düelloda boynuna bir tabanca kurşunu yemişti, yara izini gösterdi, İstanbul’dan da reddedilince, “Şimdi ne yapacağım?” diye sorup duruyordu, “Je suis enfant de l’aventure;” “Savaşmam gerek, beni Hint adalarına götürecek kişiyi buldum bile!” diyerek gemiye biniş biletini gösterdi. “İngiliz askeri olacağım, nasılsa orada daima yapılacak bir şeyler vardır, benim derdim dövüşebilmek, ölmek falan umurumda değil, zaten bir ciğerimi kaybetmişim.” Kendine has başka bir tip de bir Fransız’dı, ömrünü posta ile münakaşa ederek tüketmişti: Avusturya, Fransa, İngiltere postalarıyla başı beladaydı, Neue Freie Presse gazetesine protesto yazıları göndermiş, kıtanın tüm posta istasyonlarına küstahça telgraf çekmişti, her gün birkaç posta gişesinde kim mektubunu zamanında almamış, hangi mektup gönderildiği yere varamamış diye memurlarla münakaşaya giriyor ve yaşadığı tüm sıkıntıları ve talihsizlikleri sofrada uzun uzun anlatıp postacıların ömrünü yiyip bitirdiklerinden bahsediyordu. Bu insanların içinde bir de Rum bir hanımefendiyi hatırlıyorum, ruh gibi bir suratı vardı, tuhaf giyinirdi ve daima yalnızdı, her gece yemeğin ortasında masadan kalkardı ve hiç kimsenin asla bir anlam veremediği şekilde tabağın üzerine kabalistik bir hareket yaptıktan sonra çeker giderdi. Bir de Eflaklı bir çifti unutamıyorum, genç adam yaklaşık yirmi beş yaşlarında ve kız ise belli ki daha yeni yetmeydi; onları yalnızca tek bir akşam gördük, hiç şüphesiz kaçmışlardı; çocuk kaçırmış kız memnuniyetle kabul etmişti, çünkü yüzlerine odaklandığınızda kıpkırmızı oluyorlardı ve kapının açılıp kapandığı her seferde yay gibi yerlerinden sıçrıyorlardı. Başka kimi hatırlıyorum? Düşünürsem eğer, yüzlercesini. Sihirli bir fener gibiydi sanki. Arkadaşımla birlikte buharlı gemilerin şehre vardığı günlerde kapıdan içeri girenleri seyrederek eğleniyorduk: Hepsi yorgun, serseme dönmüş ve şehre ilk girdiklerinde gördükleri manzaranın etkisinden çıkamamış bu insanların yüzlerinden “Nasıl bir dünya burası? Nereye düştük biz?” gibi cümleler okunuyordu. Bir gün, sonunda çocukluk hayalini gerçekleştirip İstanbul’a gelebildiği için deliye dönmüş genç bir delikanlı içeriye girdi; babasının elini her iki eliyle tutup sıkıyor ve babası ise ona duygulu bir ses tonuyla “Je suis heureux de te voir heureux, mon cher enfant.”2 diyordu. Delikanlı; günün sıcak saatlerini pencereden Boğaz’ın tek kayasının üzerinde bir kar gibi bembeyaz hâlde süzülen Üsküdar’ın tam karşısındaki Kız Kulesi’ni seyrederek geçiriyordu. Engerek yılanı tarafından ısırılan güzel prensesin kolundan zehri akıtmak için kuleye çıkan Pers prensinin efsanesini hayal ederken, her gün aynı saatlerde pencereye çıkan beş yaşlarındaki