oturur. Yer yer alçak bir duvar ya da korkulukla çevrili toprak setler vardır ve bunların tam ortasında kavuklu bir sütun ile onun etrafına dizili küçük sütunlar bulunur: Burada eşleri ve çocukları arasına gömülmüş bir beyzade ya da paşa yatmaktadır. Ormanın içindeki yollar birbirinin içinden geçerek kıvrıla kıvrıla bir sürü küçük yolla kesişe kesişe gider; gölgede oturan bazı Türkler çubuklarını tüttürürler, mezarların arasında birkaç çocuk hoplayıp zıplar, birkaç inek otlanır, yüzlerce kumru servilerin dalları arasında öter durur, örtülü kadınlarlar grup hâlinde geçerler ve servilerin arasından İstanbul’un ışıltılı minarelerinin beyazına karışan Haliç’in mavisi parlar.
PERA
Mezarlıktan çıktık, Galata Kulesi’nin dibinden geçtik ve Pera’nın ana sokaklarından birine daldık. Pera, denizden yüz metre kadar yüksekliktedir, havadar ve eğlenceli bir yerdir, Haliç’i de Boğaz’ı da görür. Avrupa kolonisinin West End’idir, zarafetin ve zevklerin şehridir. Yürüdüğümüz yolun her iki tarafında İngiliz ve Fransız otelleri, şık kahveler, ışıltılı dükkânlar, tiyatrolar, konsolosluklar, kulüpler, büyükelçilik sarayları bulunur ve bunların arasında Pera’ya, Galata’ya ve Boğaz’ın kıyılarındaki Fındıklı Mahallesi’ne bir kale gibi hükmeden Rus elçiliğinin taş sarayı yükselir. Buradaki kalabalık Galata’dakinden epey farklıdır. Erkekler silindirik, kadınlar ise çiçekli ve tüylü şapkalar takarlar. Narin mi narin Rumlar, İtalyanlar ve Fransızlar, varlıklı esnaflar, sefaret memurları, yabancı gemi memurları, büyükelçi arabacıları ve her milletten ne iş yaptığı belirsiz bir yığın insan vardır burada. Türk erkekleri, berber dükkânlarındaki bal mumundan yapılmış kafaları hayran hayran seyrederken, Türk kadınları şapkacıların vitrinlerinin önünde ağızları bir karış açık şekilde dikilir dururlar; Avrupalı yolun ortasında yüksek sesle konuşur, kahkahalar atar, Müslüman ise sanki başka birinin evindeymiş gibi hissederek İstanbul’daki hâline göre burada başı öne eğik yürür. Birdenbire arkadaşım beni geri döndürdü ve İstanbul’a şöyle bir baktık: bulunduğumuz yerden bakınca uzakta da olsa Sarayburnu tepeleri, Ayasofya ve Sultan Ahmed’in minareleri mavi renkten bir tülün arkasında parlıyordu o anda içinde bulunduğumuzdan başka bir dünyadaydık sanki. Arkadaşım “Şimdi şuraya bak.” diyince gözlerimi indirdim ve bir vitrindeki “La Dame Aux Camelias, Madame Bovary, Mademoiselle Girauf ma Femme” İsimli romanları gördüm. Bu ani geçiş beni de heyecanlandırdı ve düşünebilmek için orada bir süre kaldım. Sonra ben arkadaşımı gördüğüm muazzam güzellikteki kahvehaneyi göstermek için durdurdum: Kahvehane uzun ve geniş bir koridora sahipti, bu koridorun sonunda genişçe bir pencere vardı ve bu pencereden çok uzaklardaymış gibi görünen Üsküdar, güneşin ışığıyla parlıyordu.
Ana caddede ilerlemeye devam ediyoruz ve neredeyse sonuna gelmişiz. Bu esnada güçlü bir ses duyuyoruz: “Seni seviyorum Adele, seni yaşamaktan daha çok seviyorum! Şu dünyada kimsenin kimseyi sevemeyeceği kadar çok seviyorum.” Arkadaşımla şaşkın şaşkın birbirimize bakıyoruz, nereden geliyor bu ses? Etrafa şöyle bir bakınca, ahşap bir korkuluğun aralıklarından iskemleler ile dolu bir bahçe, bir sahne ve prova yapan komedyenleri görüyoruz. Bizim hemen yanımızdaki Türk bir hanımefendi de aralıklardan sahneyi izliyor ve kahkahalarla gülüyor. Derken yanımızdan geçen yaşlı bir Türk başını sallayarak geçip gidiyor. Kahkahalarla gülen Türk hanım birden bir çığlık atarak kaçmaya başlıyor; oradaki diğer kadınlar da çığlık atıp uzaklaşıyorlar. Neler oluyordu böyle? Ellili yaşların üzerinde bir adam oradan geçiyordu, bu Türk’ü tüm İstanbul bilirmiş, çünkü IV. Mehmet hükümdarlığı zamanında ünlü türk keşişinin tüm Müslümanlara yapmak istediği gibi dolaşıyordu: tepeden tırnağa çırılçıplak. Zavallı haykırıp gülerek çakıl taşlarının üzerinde zıplıyor, bir sürü küçük haylaz çocuk korkunç bir gürültüyle peşinden gidiyordu. Tiyatronun kapıcısına: “İnşallah yakalarlar.” derken kapıcı: “Ancak rüyalarında yakalarlar onu.” diye yanıt veriyor. “Aylar oldu şehirde elini kolunu sallayarak bu hâlde geziyor.” Bu esnada caddedeki dükkânlardan fırlayanlar, kaçışan kadınlar, yüzleri peçeli genç kızlar, örtülen kapılar, pencerelerden içeri kaçan kafalar görüyorum. Bu olay her gün oluyor ancak belli ki kimsenin düzelteceği yok.
Pera’nın sokaklarından çıkınca kendimizi servi ağaçlarından oluşan bir korunun gölgelendirdiği ve dört bir tarafı duvarlarla çevrili bir Müslüman mezarlığının önünde buluyoruz. Daha yeni örülen bu duvarların yapılma nedenini birileri bize söylememiş olsa hayatta aklımıza gelmezdi: Ölülerin istirahat alanı olan bu kutsal orman, askerlerin gizli aşk yuvasına dönüşüvermişti. Gerçekten de daha ileri gidince Halil Paşa tarafından yaptırılan muazzam topçu kışlaları ile karşılaşıyoruz: Türk rönesansının Mağribi tarzına örnek iştigal eden yapı dikdörtgen şeklindedir, ince sütunlarla çevrelenmiş ve üzerinde Mahmut’un altından yıldızı ile ayının yerleştirildiği bir kapısı, çıkıntılı galerileri ve armalar, girişik bezemeler ile süslenmiş pencereleri vardır. Kışlanın önünden gezi yolu geçer, bu yol Pera’nın bir uzantısıdır ve bu sokağın ardından genişçe bir talimhane ve bu talimhaneden de diğer köyler uzanır. Burada iş günlerinde derin bir sessizlik hüküm sürer, pazar akşamları ise Pera’nın tüm elit ahalisi müthiş bir kalabalık ve bir alay araba eşliğinde kışlanın diğer tarafındaki bahçelere, birahanelere ve kahvelerine doluşur. Bu kahvelerden birinde ilk molamızı verdik; Pera sosyetesinin en seçkin simalarının buluştuğu Cafe Bella Vista gerçekten isminin hakkını veriyor, çünkü yamaçta bir teras gibi yükselen geniş bahçesinden büyük bir Müslüman mahallesi olan Fındıklı, gemilerle kaplı Boğaziçi, bahçelerin ve köylerin her yerine dağıldığı Anadolu yakası, beyaz camileriyle Üsküdar, insana sanki rüyadaymış hissi veren eşsiz güzellikteki yeşillik, mavi ve ışık görünüyor. Oradan istemeye istemeye kalktık, bize cennetten bir manzara sunan bu yere, iki fincan kahve için sekiz sefil para bırakınca kendimizi cimri hissettik.
Pera Mezarlığı
BÜYÜK MEZARLIK
Bella Vista kahvesinden çıkınca kendimizi Yahudiler hariç herkesin inançlarına göre ayrı ayrı gömüldüğü Büyük Mezarlık’ta bulduk. Mezarlık, uzaktan devasa bir yapının kalıntılarıymış gibi görünen binlerce mezar taşının beyazlığının arasında yükselen servi, akasya ve çınar ağaçlarından oluşmuş bir koru içindedir. Ağaçların ve dalların arasından Boğaziçi ve Anadolu yakası gözükür. Mezarların arasında Rum ve Ermenilerin gezdiği geniş yollar kıvrılır. Burada, birkaç mezar taşının üzerinde bağdaş kurup oturmuş Türkler boğazı seyrediyor ve burası öyle gölgelik, serin ve huzur dolu bir yer ki sanki yaz ortasında yarı karanlık bir katedrale girmişsiniz gibi içinizde tatlı, keyifli bir his oluşuyor. Ermeni mezarlığında duruyoruz. Mezar taşlarının tümü geniş ve dümdüz, üzerleri Ermeni alfabesinin estetik ve düzgün karakterleri ile işlenmiş kitabelerle kaplı ve neredeyse tümünde ölen kişinin mesleğini ya da zanaatını temsil eden bir resim bulunuyor. Çekiçler, testereler, kalemler, sandıklar, kolyeler var, bankacılar teraziyle, rahipler gönye ile berberler leğenle, cerrahlar neşter ile temsil edilmiş. Bir taşın üzerinde, kesilmiş bir kafa ve kan damlayan bir göğüs gördük; burada muhtemelen bir katil ya da maktül gömülüydü. Mezarın yanında sırtüstü çimenlere uzanmış hâlde bir Ermeni uyuyordu. Bu sırada Müslüman mezarlığına geçtik. Burada da düzensizce yerleştirilmiş sayılamayacak kadar çok mezar taşı var, bazılarının başı boyalı ve yaldızlı, kadınların mezarı çiçekleri simgeleyen kabartmalı süslerle dolu ve pek çoğunun etrafını çalılar ve çiçekli bitkiler sarmış. Biz bu mezar taşlarını incelerken,