gözümüz görüyordu. Gördüklerimizin tümü aklımızı karman çorman etmişti, sanki bir haftadır seyahat ediyor gibiydik, Pera’yı düşününce sanki çok geride kalmış gibi geliyordu ve eğer eski köprüde birbirimize verdiğimiz söz olmasa ve Yunk Aida operasından Zafer Marşı’nı söyleyerek beni kendime getirmese çoktan geri dönerdik.
HALICIOĞLU
Devam ediyoruz. Başka bir Müslüman mezarlığından geçiyor, bir tepenin üzerinden atlıyor ve böylece başka bir mahalleye giriyoruz. Halıcıoğlu, karışık bir nüfusun ikamet ettiği, sokağın her köşesinde başka bir ırk ve başka bir dini barındıran küçük bir semt. Yukarı çıkıyor, aşağı iniyor, tırmanıyor, mezarların, camilerin, kiliselerin, sinagogların arasından geçiyor, mezarlıkların ve bahçelerin etrafında dolaşıyor, güzel ve bakımlı Ermeni kadınlara ve yüzlerindeki peçeye gizlenerek etrafı dikizleyen Türk hanımlara rastlıyor, Yunanca, Ermenice ve İspanyolca konuşan insanlar duyuyor ve yürüdükçe yürüyoruz. “Şu koca İstanbul’un ucu bucağı yok mudur?” diye soruyoruz birbirimize. Şu yeryüzünde elbette her şeyin bir sonu, bir sınırı vardır. Halıcıoğlu’nda evler seyrekleşiyor, daha çok bostanların yeşilliği başlıyor ve içinden geçtiğimiz evler bir elin parmaklarını geçmiyor, nihayet İstanbul’un sonuna varıyoruz…
Türk Kadını
SÜTLÜCE
Tüh! Meğersem henüz varamamışız, başka bir mahallede bulduk kendimizi. Sütlüce, bir Hristiyan mahallesidir, bir tepenin üzerine kurulmuştur, etrafında bostanlar ve mezarlıklar vardır ve tepelerinin üzerinde vaktiyle Haliç’in iki yakasını birleştiren köprünün başı yer alır. Bu mahalle, Tanrı izin verirse, bizim gezeceğimiz son mahalle. Gezimiz burada bitiyor. Uzun bir mola vermek için evlerin arasından geçiyoruz ve Sütlüce’nin arkasından yükselen sarp ve çıplak bir tepeye tırmanıyor ve kendimizi İstanbul’un en büyük Yahudi mezarlığının önünde buluyoruz: sanki depremin harap ettiği bir şehrin izlerini taşırmış gibi sayısız taşla kaplı bir alandayız, etrafta tek bir ağaç, tek bir çiçek, tek bir fide bile yok. Felakete uğramış gibi insanın göğsünü sıkıştıran bir yalnızlık hissi var. Haliç’e doğru bakan bir mezar taşının üzerine oturuyoruz, etrafımızı saran nazik ve devasa manzaraya karşı dinleniyor, bir yandan hayranlıkla manzarayı izliyoruz. Aşağıda Sütlüce, Halıcıoğlu, Hasköy, Piripaşa ile mezarlıkları, bahçelerinin yeşili ve denizinin mavisi arasında kaybolan bir yığın varoş mahalle, solda yapayalnız Okmeydanı, yüzlerce minaresi ile Kasımpaşa, daha uzakta uçsuz bucaksız İstanbul, İstanbul’un ilerisinde Anadolu yakasının dağları, Sütlüce’nin tam karşısında ve Haliç’in diğer tarafında zengin türbelerin, mermer camilerin ve mezarların yayıldığı gölgeli bayırları, tenha caddeleri, zarafetle ve hüzünle dolu gizli yerleri ile Eyüp, onun sağında ise suya yansıyan diğer köyler, Haliç’in ağaçlar ve çiçeklerle kaplı iki kıyısı arasında kaybolan son kıvrımı. Bakışlarımızı bu manzaradan kaldırınca, yorgun, uyuşukluk içinde neredeyse fark etmeden kendimizi bu güzelliğin içinde şarkı söylerken bularak üstüne oturduğumuz mezar acaba kimindi, diye soruyoruz, bir karınca yuvasının içini ince bir dal ile karıştırıyor, binlerce saçmalıktan konuşup ara sıra da birbirimize “Sahiden İstanbul’da mıyız biz?” diye soruyoruz, sonra yaşamın ne kadar kısa ve uçucu olduğunu düşünüyoruz, içimizi sevinç kaplasa da bu güzel manzara karşısında insan sevdiğiyle el ele değilse o sevinç eksik kalıyor.
KAYIKTA
Gün batımına doğru Haliç’e iniyor, dört kürekli bir kayığa biniyoruz ve daha biz “Galata” diyemeden kayık, nazikçe kıyıdan uzaklaşıyor. Gerçekten de kayık sularda süzülen en nazik deniz aracıdır. Gondoldan daha uzun ama daha dar ve incedir, oyulmuş, boyanmış ve yaldızlıdır, ne dümeni vardır ne koltukları, yalnızca başınızın ve omuzlarınızın görüleceği şekilde bir yastığın ya da bir kilimin üstüne oturuverirsiniz, kayığın her iki ucu da her iki yöne hareket edilebilecek şekilde tasarlanmıştır, en ufak harekette dengesini kaybeder, sahilden uzaklaşırken yayından fırlamış bir ok gibidir, suyun üzerinde uçan bir kırlangıç gibi her yeri dolaşır ve kovalanan bir yunus gibi binlerce rengi dalgalara yansıtarak kaçar. Kayıkçılarımız kırmızı fesli, mavi mintanlı, beyaz şalvarlı, kolları ve bacakları çıplak, yirmili yaşlarda, esmer tenli, temiz, neşeli, cesur, genç ve yakışıklı iki Türk’tü, küreği her çekişlerinde kayığı bir boy ileri götürüyorlardı, diğer kayıklar yanımızdan uçar gibi geçiyor, bir görünüp bir kayboluyorlardı, ördek sürüleri geçiyor, kuşlar tepemizde ötüyordu, büyük kapalı teknelerin yakınındaydık, içleri örtülü Türklerle doluydu ve zaman zaman yosunlar yüzünden hiçbir şey görünmüyordu. Nihayet Haliç’e vardığımızda, o saatte şehir başka bir görünüme bürünmüştü. Limanın eğriliği yüzünden Anadolu yakası görünmüyor, Sarayburnu tepesi, Haliç’i sanki uzun bir gölmüş gibi gösteriyordu ve her iki kıyının tepeleri sanki devleşmiş gibiydi. İstanbul uzaktan uzağa, kül ve mavi rengin en tatlı tonlarıyla boyanmış, bir peri şehri gibi hafif sanki denizde yüzüyor, gökyüzünde kayboluyordu. Kayık uçuyor, iki kıyı gittikçe uzaklaşıyor, koylar koyları, korular koruları, mahalleler mahalleleri takip ediyor, gitgide çevremizdeki her şey genişleyip yükseliyor, şehrin renkleri solmaya başlıyor, ufuk kayboluyor, deniz altın ve erguvan renkleriyle dalgalanıyor ve derin bir şaşkınlık, tarifsiz bir keyif hissi ağır ağır ruhumuza sızıyor, bizi güldürüyor ancak konuşmamıza da izin vermiyordu. Kayık, Galata limanında durduğunda, kayıkçılarımızdan biri kulağımızın dibinde “Mösyö geldik.” diye bağırınca bir rüyadan uyanmış gibi kendimize geldik.
Haliç’te Kayıklar
KAPALIÇARŞI
Haliç’in iki kıyısından geçerek tüm İstanbul’u kuşbakışı gördükten sonra sıra İstanbul’un kalbine, Nuruosmaniye ile Serasker tepeleri arasına yayılan ve Kapalıçarşı denilen o harikalar, hazineler ve tarihî anılarla dolu ebedî ve evrensel pazar yerini, bu saklı şehri görmeye gelmişti.
Gezmeye Valide Sultan Cami meydanından başlıyoruz.
Burada boğazına düşkün olan okuyucumuz için biraz durup, Balık pazarına bir göz atmak gerekebilir: Burası bilindiği gibi sarayın tüm mutfak giderlerini şehir boyunca avlanan balıkların satışıyla karşılayan Andronico Pelaogo zamanından kalma meşhur Balıkpazarı’dır. Aslında balık tutmak İstanbul’da hâlâ çok yaygın ve Balıkpazarı güzel günlerinde “Paris’in Karnı” kitabının yazarına; Hollanda’nın eski ünlü dev resim tablolarında olduğu gibi görkemli ve iştah açıcı bir manzara ile tasvirler sunabilir. Satıcıların neredeyse tümü Türk’tür ve bu satıcılar toprağın üzerine serili hasırların ve alıcı bir kalabalığın ya da köpek sürüsünün etrafını sardığı uzun masaların üzerine bırakılmış balıkları ile meydanın etrafını sararlar. Bizim denizlerimizden çıkarılana göre dört kat daha büyük olan Boğaz tekirleri, yalnızca Rum ve Ermenilerin ızgarada güzelce pişirmeyi başarabildikleri Marmara Adası’ndan gelen istiridyeler, Yahudiler tarafından salamura yapılan ton balıkları ve palamutlar, Türklerin tuzlamayı Marsilya’dan öğrendikleri hamsiler, Ege’ye İstanbul’dan gelen sardalyalar, Boğaziçi’nin en lezzetli balığı olan ve ay ışığında avlanabilen lüferler, şehrin sularında birbirini takip eden yedi seferle birlikte her iki kıtanın evlerinden işitilen gürültüleri ile Karadeniz uskumruları, dev istavritler, dev kılıç balıkları ve çok büyük oldukları için Türklerin kalkan adını verdiği balıklar ve iki deniz arasında gidip gelen, yunuslarla