Edmondo De Amicis

İstanbul


Скачать книгу

Kur’an’dan ayetlerin altından harflerle dokunduğu, kavisli ve eğri bıçağı sanki saplanacak bir kalbi arıyormuş gibi duran hançerler bulunur. Kim bilir belki de bu karmaşık ve korkunç cephanede Orhan Gazi’nin palası, savaşçı derviş Abd-El-Murad’ın güçlü kolları ile tek hamlede kafaları uçurduğu ahşap kılıç ya da Sultan Musa’nın Hassan’ı omzundan kalbine kadar parçaladığı ünlü yatağan, İstanbul surlarına ilk merdiveni dayayan Bulgar devinin devasa kılıcı, II. Mehmed’in Ayasofya’nın tonozları altında yağmacı bir askeri öldürdüğü yarasa, İskender’in surların altındaki Firuz Bey’i ikiye ayıran büyük kılıcı bile vardır. Burası Osmanlı tarihinin en korkunç kılıç darbelerini ve en korkunç katliamlarını akla getirir ve özellikle de bu bıçakların üzerinde hâlâ bu kanların durduğunu, şu dükkânlardaki ihtiyar Türklerin katliamın yapıldığı yerden cesetleri ve silahları bizzat topladığını ve her bir köşesi dağılmış iskeletleri karanlık bir köşede sakladığını sanırsınız. Silahların ortasında hilaller ile işlenmiş kırmızı ve mavi kadifeden eyerler, altın ve inciden yapılma yıldızlar, tüylerle süslü at koşumları, gümüşten gemler ve görkemli taht çuhalarına benzeyen örtüler vardır: Bir peri padişahının hayallerini süsleyen şehre girişi için kullanılan, Binbir Gece Masalları’ndan alınmış at koşum ve giysileridir sanki. Tüm bu hazinelerin en üstünde, duvarlarda çarklı misket tüfekleri, büyük Arnavut tabancaları, mücevher gibi işlenmiş uzun namlulu Arap tüfekleri, kaplumbağa kabuğundan ve su aygırı derisinden yapılma antik kalkanlar, Çerkez zırhları, Kazak kalkanları, Moğol miğferleri, Türk yayları, cellatların satırları ve her biri bir suçu ifşa edercesine duran ve saplandığı kişinin acı ile kıvranışlarını akla getiren bıçaklar asılıdır. Bu tehditkâr ve görkemli malzemelerin tam ortasında Kapalıçarşı’nın çoğu kasvetli, kederli, sultanlar gibi bir başına ve mağrur, Hicret vaktinden gelmişler gibi giyinmiş ve yozlaşmış torunlarına atalarının hâl ve hareketlerini hatırlatmak için mezarından çıkıp gelmiş gibi duran ve Türk oldukları ayan beyan ortada tüccarlar bağdaş kurmuş otururlar.

screen_97_460_205

      Görülmesi gereken bir başka pazar bitpazarıdır. Eğer görebilseydi Rembrandt kesinlikle burada yaşamak isterdi ve Goya son kuruşunu burada harcardı. Hayatında hiç Doğu işi bir eskici dükkânı görmemiş biri buradaki çeşit çeşit paçavraları, renk karnavalını, kontrastların ironisini, bir zamanların hem gösteri havasında hem de barbar görünümlü kıyafetlerinin nasıl bir manzara oluşturduğunu hayal edemez; haremlerden, kışlalardan, saraylardan, tiyatrolardan gelen paçavraların hemen hepsi buraya yığılırlar ve kendilerini resmedecek bir ressamın ya da bir dilencinin gelip de onları gün ışığına çıkarmasını beklerler. Surların içindeki uzun duvarlara hepsi sanki bir hançerle delik deşik edilmiş gibi yırtık pırtık, yağ kir içinde ve Apses mahkemesinin masalarında görülen, katledilmiş insanların geriye kalan uğursuz eşyalarını hatırlatan eski Türk üniformaları, kırlangıç kuyruklu paltolar, eski beylerin dolmanları, dervişlerin cüppeleri, Bedevilerin harmanileri asılıdır. Bu paçavraların arasında yer yer Arap işi yaldızlı nakışlar parlar: eski ipek kuşaklar, yıpranmış sarıklar, yırtık şallar, öfkeli bir hırsız tarafından hırpalanmış gibi duran tüyleri ve incileri dökülmüş kadife cepkenler, belki de şu anda Boğaz’ı diplemiş bir çuvalda uyuyan, sadakatsiz güzele ait şalvar ve peçeler, fişekleri paslanmış Çerkez kaftanlarının, uzun Kara Yahudi togaslarının, kim bilir kaç kez haydutun silahını, katilin kamasını sakladığı ceketlerin ve ağır paltoların arasında hapsolmuş ince, yumuşak renkli kadın kıyafetleri ve süs eşyaları görülür. Akşama doğru, tonozların deliklerinden sızan gizemli ışıkta, tüm bu asılı kıyafetler asılmış cesetler gibi belli belirsiz bir görünüm alır ve insan bir dükkânın dibinde parmaklarını çengel gibi yaparak alnını kaşıyan, kurnaz gözleri ışıldayan yaşlı bir Yahudi görse, onun bu idam iplerini sıkan cellat olduğunu düşünebilir ve çarşının kapanacağı korkusuyla gözlerini kapıya dikebilir.

      Şayet bu tuhaf şehrin tüm sokaklarını görmek istiyorsanız, bir günlük tur asla size yetmez. Sırada Fas’tan Viyana’ya kadar tüm ülkelerin feslerinin bulunduğu fes pazarı var. Burada; insanı kötü ruhlardan koruyan Kur’an ayetleri ile bezeli fesler, İzmir’in güzel Rum kızlarının madeni paralarla parlayan siyah örgülerinin üzerine taktıkları fesler, Türk hanımlarının kullandıkları küçük, kırmızı başlıklı fesler ve Orhan Gazi’nin zamanından kalma feslerden tutun ihtiyar Müslümanların hor gördükleri ancak Sultan Mahmud’un reformlarından biri sayılan büyük gösterişli fesine kadar, kırmızının her tonunda şekil şekil askerlerin, generallerin, sultanların, züppelerin kullandığı fesler vardır. Fesler pazarını geçince karşınıza; bir zamanlar yalnızca sultanın ya da sadrazamın kullanabilmesine izin verilen kutsal siyah tilki kürkü, merasimlerde giyilen kaftanların içine dikilen sansar kürkü, beyaz ayı, siyah ayı, mavi tilki, astrahan, kakım, samur gibi sultanların muazzam hazinelerini zenginleştiren kürklerin bulunduğu kürkçüler çarşısı çıkar. Görülmeye değer bir başka çarşı, çatal bıçakçılar çarşısıdır, çünkü burada bıçakları bronz ve yaldızlı, fantastik kuş ve çiçek çizimleri ile süslenmiş, çapraz bağları kötü niyetli bir eleştirmenin kafasının sığabileceği kadar geniş devasa Türk makaslarından birini elinize alabilirsiniz. Işığın şekli ve tonlaması nedeniyle birbirinden farklıymış gibi görünen sıra sıra iplikçiler, nakışçılar, hırdavatçılar, terziler, çanak çömlekçiler de vardır, tek benzerlikleri: bu çarşıların hiçbirinde ne işçi olarak ne satıcı olarak tek bir kadın bile göremezsiniz. Olsa olsa bir terzi dükkânının önünde kısa bir süreliğine oturmuş, Rum birkaç hanımefendinin utangaç utangaç ellerinde nakışlarını yeni bitirdikleri mendilleri size satmaya çalıştığını görürsünüz. Doğu kıskançlığı dükkânları bir fingirdeşme okulu ve entrika yuvası olarak gördüğü için kadınların burada bulunması yasaktır.

      Kapalıçarşı’nın öyle bölümleri vardır ki eğer yabancıysanız yanınızda bir simsar ya da bir tüccar olmadan buraları gezemezsiniz. Bunlar şehrin bölündüğü küçük mahallelerin iç kısımları, çevresinde müdavim bir kalabalığın tur attığı sokaklarla çevrili küçük adacıklardır. Nasıl ki küçücük sokaklarda yolu kaybetme tehlikesi varsa bunların içinde de kendinizi kaybetmemeniz imkânsızdır. Tonozlarına çarpmamak için kafanızı eğmeniz gereken, bir insanın sığabileceğinden birazcık daha geniş koridorlardan minicik bir ışığın aydınlattığı kutular ve balyalarla dolu avlulara çıkarsınız, ahşap merdivenlerden iner, fenerlerle aydınlatılmış başka avlulardan geçer, yer altına iner, tekrar gün ışığına çıkar, nemli tonozlar altında, yosun tutmuş siyah duvarlar arasında kıvrılan, gizli, küçük kapılara açılan, insanı hiç beklemediği şekilde başladığı yere geri döndüren sokaklardan geçilir ve her yerde bir görünüp bir kaybolan gölgeler, köşelerde hareketsiz duran hayaletler, malları karıştıran ya da para sayan bir kalabalık, bir yanıp bir sönen ışıklar, nereden geldiği belli olmayan aceleci ayak sesleri ve ne olduğunu anlayamadığınız kara gölgeler ile karşılaşmalar, hiç görülmemiş ışık oyunları, şüpheli ilişkiler, tuhaf kokuların hepsi buradadır ve insan kendini sanki bir büyücü mağarasının kıvrımlarında hapsolmuş ve dışarıya kendini atabilmeyi dört gözle bekliyormuş gibi hisseder.

      Simsarlar neredeyse hemen her şeyin bulunduğu sapa dükkânlara yabancıları çoğunlukla bu tenha sokaklardan geçirerek götürürler: bu dükkânların bulunduğu yer Kapalıçarşı’nın bir minyatürü gibidir; buralar insanın büyük bir merakla ziyaret ettiği ancak en pintinin bile cebinde ne var ne yoksa dökebileceği çok garip ve nadir eşyaların satıldığı antika dükkânları ile doludur. Her şeyden biraz biraz anlayan bu simsarlar, katıksız kurnazlardır