bu durumda başka bir çekmeceyi ters çevirir ve döker, bu da sizi bekleyen çekmecelerden biridir. Kırık bir fil dişi, saç örgüsüne benzeyen gümüş bir Trabzon bileziği, bir Japon idolü, Mekke’den sandal ağacı tarağı, oymalı ve işlemeli büyük bir Türk kaşığı, yaldızlı, gümüşten, lekeli eski bir nargile, Ayasofya’nın mozaiklerinden taşlar, III. Selim’in sarığına taktığı balıkçıl kuşu tüyünü tüccar size şerefi üzerine yeminler ederek gösterir ve hepsinin hakiki olduğuna sizi inandırır. Bunların arasında da mı hoşunuza giden bir şey yok? O hâlde başka bir çekmeceyi devirir, içinden Sennar’dan bir deve kuşu yumurtası, Acem mürekkebi, hareli bir yüzük, sadağı geyik derisinden yapılan bir Megrelya yayı, iki köşeli bir Çerkez kalpağı, yeşim taşından bir tespih, altın emaye parfümeri, bir Türk tılsımı, deveci bıçağı ve gül suyu şişesi dökülür. “Allah aşkına burada da mı beğendiğiniz bir şey yok?” “Hediye olarak almaz mısınız?” “Belki akrabalarınıza verirsiniz?” “Ya da eşiniz dostunuz yok mu onlara hediye edersiniz?” “Kilimler ya da kumaşları mı istersiniz yoksa o zaman size memnuniyetle yarenlik edeyim.” “İşte çizgili bir Kürdistan harmanisi beyim, işte bir aslan postu, çelik çivili Halep halısı, üç kuşak hayatta kalması garanti, üç parmak kalınlığında bir Kazablanka halısı, işte ekselansları biraz güveler yemiş ama bir servet ödeseniz de diktiremeyeceğiniz eski minderler, eski brokar kemerler, eski ipek yatak örtüleri. Caballero, mademki sizi buraya benim bir arkadaşım getirdi o zaman size bu eski kemeri bir hafta boyunca soğan ekmek yemek pahasına da olsa beş napolyona bırakırım.” Eğer tüm bunlardan sonra hâlâ ikna olmadıysanız tüccar kulağınıza eğilir ve sarayda sağır ve dilsizlerin korkunç bir şekilde boğdukları, III. Mehmed’in sadrazamı Nasuh Paşa’nın idam ipini size satabileceklerini söylerler, siz dönüp de yüzlerine gülerek bu dümeni yemediğinizi söylerseniz ise hemen şakacı bir havaya bürünüverirler ve son bir girişimde bulunarak paşaların önünde ve arkasında taşınan tuğlalardan birini önünüze fırlatırlar, bu da olmazsa o malum katliam gününde babası tarafından götürülen ve hâlâ üzerinde kan izleri bulunan bir yeniçeri kazanı, gümüşten hilal ve yıldızlarla süslenmiş Kırım bayrağının bir parçasını, akiklerle çevrili el yıkamak için kullanılan bir kâseyi, oymalı bakır bir mangalı, hecin develerinin boynuna takılan kabuklu ve çanlı bir tasmayı, su aygırı derisinden yapılma bir kamçıyı, altın mahfazalı bir Kur’an’ı, bir Horasan şalını, bir çift kadın pabucunu, kartal pençesinden yapılmış bir şamdanı önünüze serer sonunda tüm bunlara dayanamaz, hayallere kapılırsınız, tutkularınız açığa çıkar, içinizden cüzdanı, saati, ceketi ne varsa vermek ve karşılığında tüm bunların hepsini almak gelir; bu baştan çıkarmaya karşı koyabilmek için ya aklı başında bir evlat ya da çok ölçülü biri olmanız gerekir. Öyle ki burada kim bilir kaç sanatçı sabrını zorladı ve kaç zengin mirasını yitirdi.
Kapalıçarşı kapanmadan, son bir saatte neler olup bittiğini görmek için şöyle bir tur atmak icap eder. Bu saatlerde kalabalığın hareketi daha aceleci bir hâl alır, tüccarlar gelen geçeni daha buyurgan bir tavırla çağırır, Rumlar ve Ermeniler kollarında şal ya da kilimlerle dolaşarak bağırırlar, insanlar gruplar hâlinde toplaşır, alelacele pazarlıklar edilir, gruplar dağılır ve sonra başka bir yerde tekrar toplaşır, atlar, arabalar, yük hayvanları uzun bir sıra hâlinde çıkışa doğru yol alırlar. O saatte anlaşmaya varamadan tartışıp durduğunuz tüm esnaf bu yarı karanlıkta yarasalar gibi etrafınızı sarar, sütunların ardından size bakan kafalarını görürsünüz, sonra bir sapakta karşılaşırsınız, yolunuza çıkarlar, amaçları şu kumaşın, bu biblonun varlığını size hatırlatmak ve arzunuzu yeniden harekete geçirmektir. Zaman zaman arkalarında birtakım da olur: eğer siz durursanız onlar da dururlar, köşeden dönerseniz onlar da dönerler eğer geriye dönerseniz yiyecekmiş gibi bakan on çift gözle karşılaşırsınız. Ama artık etraf iyice kararmış, kalabalık azalmıştır. Uzun kemerli tonozların altında, ahşap bir minarenin tepesinden güneşin battığını haber veren görünmez birkaç müezzinin sesi yankılanır, bazı Türkler seccadelerini dükkânların önüne serer ve akşam namazını kılmaya başlar, kimileri de çeşmelerde abdest alır. Silahçılar çarşısının yüzyıllardır müdavimi olan yaşlılar çoktan demir kapılarını kapatmışlardır, küçük çarşılar sessizliğe gömülmüş, koridorlar karanlıkta zor seçilir olmuştur, sokakların ağızları birer mağara girişini andırır, birdenbire yanı başınızda bir deve belirir, sakaların sesi kemerler altında cılızlaşır, Türk hanımları acele acele yürür, harem ağaları gözlerini dört açar, yabancılar kaçışır, kapılar kapanır ve gün biter.
Şimdi her yandan “Ya Ayasofya? Ya Sarayburnu? Ya Sultan sarayları? Ya Yedikule? Ya Abdulaziz? Ya Boğaz?” diye yükselen soruları duyuyorum. Hepsini anlatacağım, hem de tüm kalbimi ortaya koyarak, ama önce her adımda düşüncelerimi değiştirdiğim gibi her sayfada da konu değiştirerek İstanbul’u biraz serbestçe dolaşmak istiyorum.
IŞIK
Her şeyden önce ışıktan bahsetmek gerek! İstanbul ile ilgili en sevdiğim şeylerden biri Valide Sultan Köprüsü üstünde günün doğuşunu ve batışını izlemekti. Sonbaharda şafak vakti Haliç neredeyse her zaman ince bir sis örtüsüyle kaplı olur, muhteşem bir sahnenin hazırlıklarını gizlemek için tiyatro pistinin üzerine inen beyaz tüllerin arkasındaymış gibi şehir puslu görünür. Sis Üsküdar’ı tamamen kaplar: tepelerinin belirsiz ve karanlık uçları dışında hiçbir şey görünmez. Köprü ve kıyılar tenhadır, İstanbul uyur: yalnızlık ve sessizlik ortaya muhteşem bir manzara çıkarır. Gökyüzü Üsküdar’ın tepeleri ardında ışıldamaya, altınlaşmaya başlar. Bu ışık şeridinin üzerinde dağların tepelerine dizilmiş dev bir ordu gibi, tek tek açık seçik ve simsiyah mezarlık servileri ortaya çıkar, yeniden hayat bulan şehir Haliç’in bir ucundan diğer ucuna kadar hafif bir ışıkla çevrelenir. Anadolu kıyılarındaki servilerin arkasında, ateşten bir göz belirir ve Ayasofya’nın dört parlak minaresini hemen pembeye boyar. Birkaç dakika içinde, tepeden tepeye camiden camiye Haliç’in sonuna kadar tüm minareler birbiri ardına kırmızıya döner, tüm kubbeler bir bir gümüşle kaplanır, kızıllık terastan terasa iner, ışık genişler, dev örtü kalkar ve İstanbul görünür, tepeleri pembemsi ve ışık dolu, kıyıları mavimsi ve menekşe renginde, sulardan çıkmış gibi taze ve ışıl ışıl ortaya çıkar. Güneş doğduğunda ilk tonların tatlılığı yerini muhteşem bir ışıltıya bırakır ve her şey akşam oluncaya değin beyaz bir tül ile örtülmüş gibi parlar. Sonra bu ilahi gösteri yeniden başlar. Hava Galata’dan Kadıköy’ün en uzak tepesindeki ağaçların bile net bir şekilde seçilebileceği kadar berraktır. İstanbul’un silüeti havada keskin çizgiler çizer ve gökyüzüne bir renk cümbüşü bırakır, Sarayburnu’ndan Eyüp Mezarlığı’na kadar olan tüm tepeleri taçlandıran serviler, kuleler, minareler tek tek sayılabilir.
Haliç ve Boğaz muhteşem lacivert maviye bürünür: gökyüzü Doğu’nun ametist renginde ve yaratılışın ilk gününü düşündüren yakut pırlantaları ve gül rengindeki sınırsız çizgisiyle ufku renklendirerek İstanbul’un arkasında alev alır, İstanbul karanlık, Galata yaldızlıdır, batan güneşin vurduğu Üsküdar parıldayan camlarıyla alev almış bir şehir görüntüsü verir. Hızla birbirini takip eden yumuşak renkler, soluk altın, pembe ve lila renkleri şehrin bir o yanına bir bu yanına güzellikte birincilik ödülü vererek ve kendilerini büyük ışık altında göstermeye cesaret edemeyen binlerce küçük mütevazı manzarayı ortaya çıkararak suların üstünde, tepelerin kenarlarında titreşir, sonra da kaçarlar. Buradan vadilerin gölgesinde kaybolan kederli mahalleler, yüksekte gülümseyen küçük leylak rengi kasabalar, içinde hiçbir hayat yokmuş gibi baygın şehir