düşürmektir, tüm dükkânı altüst eder, tüm malları önünüze sererler, şayet bir şey almayacak olursanız da kırılmaz, surat asmazlar: nasıl olsa bugün olmasa bile başka bir gün illa bir şey alacağınızı düşünürler, elbet yine çarşıya yolunuz düşecek, av köpekleri sizi mutlaka tanıyacaktır, onların eline düşmeseniz bile mutlaka bir ortaklarının eline düşersiniz, tüccar olarak derinizi yüzemedilerse, simsar olur yine yüzerler, dükkânda canınıza okuyamadılarsa, gümrükte işlerini göreceklerdir: asla sonunda başarısız olmazlar. Nasıl bir toplumdan geliyor bu insanlar? Kimse anlamaz. Farklı farklı dilleri konuşmaktan kendi yerel şivelerini kaybetmişlerdir, sürekli başka biriymiş gibi rol yaptıkları için kendi ırklarının fizyolojik görünümünü de değiştirmişlerdir; nereli olmaları istenirse o milletten olurlar, hangi mesleği icra etmeleri gerekirse o mesleği icra ederler, tercüman, rehber, tüccar, tefeci hepsini bir bir olurlar, her şeyden öte otlanmak sanatını dünya üzerinde en iyi yapan eşsiz sanatçılardır bunlar.
Müslüman tüccarlar hiç de farklı bir izlenim sergilemezler. Aralarında; Bayezid ve Fatih zamanının ete kemiğe bürünmüş hâli olan Türk ihtiyarlar vardır, ancak onlara nadir rastlarsınız. Bunlar Mahmut’un reformları ile ilk çöküşlerini yaşamışlardır; günden güne çökmekte ve değişmektedirler. Cami kubbesi şeklindeki devasa eski sarıkları ile Süleyman zamanından kalma bu ihtiyarları görebilmek için Kapalıçarşı’ya gelmeniz ve bakışlarınızı daracık sokakların en tenha köşelerindeki dükkânların karanlık noktalarına dikmeniz gerekir; dükkânlarda ifadesiz suratlar, cam gibi kırpılmayan gözler, çengelli burunlar, uzun beyaz sakallar, antik turuncu ve mor kaftanlar, belinde koca kuşaklarla kat kat kıvrılmış bol şalvarlar, kibirli ve aynı zamanda kederli davranışlar, afyondan kızaran ve ateşli bir inançla aydınlanan yüzler görürsünüz. Nişlerin dibinde kolları çapraz, bağdaş kurup put gibi hareketsiz oturarak ağızlarından tek bir kelime çıkmadan kaderlerine yazılan müşterileri beklerler. İşler yolunda giderse, mırıldanırlar: “Maazallah! Allah’ım sana şükürler olsun!” eğer işler kötü giderse “Olsun! Öyle olsun.” der ve pes eder şekilde kafalarını eğerler. Kimisi Kur’an okur, kimisi Allah’ın doksan dokuz ismini dikkatsizce mırıldanarak tespihin boncuklarını parmaklarının arasında gezdirir durur, kimisi de işinde gücündedir, nargilelerini içerler, şehvetli bakışlarını ağır ağır etrafında gezdirirler, gözlerinden uyku akar, kimisi de sanki derin bir düşünceye dalmış gibi alnını kırıştırır ve gözlerini kısar. Ne düşünüyorlardır kim bilir? Belki Sivastopol surları arasında can veren çocuklarını, dağılmış kervanlarını, kaybolan umutlarını ya da peygamberin vadettiği, hurma ağaçları ve lal ağaçları gölgesinde, ne bir insana ne de bir canlıya asla saygısızlık etmeyen siyah gözlü bakirelerle evlendikleri cennet bahçelerini düşünüyorlardır. Hepsinde tuhaf bir yön vardır, hepsi resmedilmeye değecek kadar çarpıcıdır, her dükkân heyecan ve macera dolu bir resmin çerçevesidir. Şuradaki kuru ve esmer adam mücevher ve kaymak taşı yüklediği develerini kendi vatanının topraklarından bizzat getiren ve gelirken çöl soyguncularının attığı mermilerin kulağını defalarca sıyırdığı bir Arap’tır. Sarı sarıklı ve efendi görünümlü bir diğeri Sur ve Sayda ipeklerini getirmek için Suriye’nin tenha topraklarını tek başına atıyla katetmiştir. Eski bir Acem şalı ile şapkasını sarmış, alnında büyücülerin onu ölümden kurtarmak için açtıkları yaraları olan ve Teb’deki büyük heykellere ya da piramitlerin tepelerine bakıyormuş gibi kafası hep dimdik duran şu zenci Nubia’dan gelmiştir. Solgun yüzlü, siyah gözlü, beyaz bir cüppe giymiş şu yakışıklı Faslı ise ipek pelerinleri ve halılarını Atlas dağlarının batı yamaçlarından taşımıştır. Yeşil sarıklı Türk, hacca daha bu yıl gitmiş, Anadolu’nun uçsuz bucaksız ovalarının tam ortasında susuzluktan ölen arkadaşları ve akrabalarını gördükten sonra, ölmek üzereyken Mekke’ye varmış, sürüne sürüne Kâbe’yi yedi kez tavaf etmiş, Hacerü’l-esved’i öpücüklere boğarken bayılarak yere düşmüştür. Beyaz yüzlü, kemer kaşlı, şimşek gözlü bir tüccardan çok bir savaşçıyı andıran şu iri yarı hırs ve gurur abidesi, kürklerini gençliğinde birden fazla Kazak’ın kellesini uçurduğu Kafkasya’nın kuzey bölgelerinden getirmiştir. Basık yüzlü, küçük ve eğik gözlü, bir atlet gibi kaba ve tıknaz gariban yün tüccarı daha yakın zamanda Timurlenk’in türbesini koruyan devasa kubbenin gölgesi altında duasını etmiştir: Semerkând’dan yola çıkıp dev Buhara çöllerini aşmış, Türkmen ordularının arasından geçmiş, Çerkez kurşunlarından kaçmış, Trabzon camilerinde Allah diye şükretmiş ve yaşlandığında daima kalbinde taşıdığı Tataristan’a geri dönmek üzere şansını aramak için İstanbul’a gelmiştir.
Kavaflar Çarşısı
En göz alıcı çarşılardan biri de ayakkabıcılar çarşısıdır ve burası belki de çarşının en kalabalık yerlerinin başında gelir. Sokağa sanki bir kraliyet sarayı ya da Arap efsanelerindeki incilerden çiçekler ve altın yapraklı ağaçları olan bahçe havası veren iki sıra ışıltılı dükkân vardır. Burada Avrupa ve Asya saraylarındaki tüm ayaklara göre bir ayakkabı vardır. Duvarlar, kadife, deri, brokar, saten kumaştan en keskin renklerden ve en farklı modellerden oluşan, telkari ile süslenmiş, payetlerle çevrelenmiş, ipek ve kuğu tüyü püsküller ile işlenmiş, altından ya da gümüşten çiçekler ve yıldız desenleri ile dolu, kumaşın görünmesine izin vermeyecek kadar karmaşık işlemelerle ve yanıp sönen zümrüt ve safir ile sarılmış terliklerle doludur. Kayıkçıların hanımlarına da sultanın hanımlarına da burada bir çifti beş liradan bin liraya kadar pek çok çeşit terlik, Pera’nın çakıllı yollarından yürümeye müsait deri ayakkabılar, harem halıları üzerinde kayabilen pabuçlar, hünkâr hamamların mermerleri üzerinde yankılanan takunyalar, paşanın alevli dudaklarının çivilendiği beyaz satenden hanım terlikleri, sultanın yatağının yanındaki güzel bir Gürcü kızının uyanmasını bekleyen bir çift incili terlik, hepsi buradadır. Ama hangi ayaklar bu pabuçların içine sığabilir ki? İçlerinde perilerin ya da hurilerin ayaklarına göre hazırlanmış gibi duran pabuçlar bulunur, zambak yaprağı gibi uzun, bir gül yaprağı kadar geniş, tüm Endülüs hanımlarını umutsuzluğa düşürerek hayallere daldıracak kadar küçük olanlar, sanki pabuç değil de yalnızca masanın üzerinde seyretmelik bir mücevher, bir şekerlik ya da aşk mektuplarının saklanacağı bir kutu gibi görünenleri vardır, bir çiftini elinize alıp en az bir ay boyunca sevip okşamadan bunların içine bir ayağın gireceğini hayal edemezsiniz. Bu çarşı yabancıların en çok uğradığı yerlerden biridir. Burada sık sık genç Avrupalılara rastlanır: Ellerinde bir hanımın ayak ölçüsü yazılı kâğıtlarla dolanan Fransız ya da İtalyan gençler göz koydukları bazı pabuçların ellerindeki ölçüden daha küçük olduğunu öğrenince şaşırır kalırlar, moralleri bozulur, kimisi de fiyatı öğrenince anında toz olur. Burada da sıklıkla Müslüman kadınlar, geniş beyaz başörtülü hanımlar dolaşır, genellikle istedikleri fiyatı elde etmek için satıcılarla uzun diyaloglara girerler, güzel dillerinin harmonik kelimelerini kulağı sanki bir mandolanın sesiymiş gibi okşayan tatlı ve net bir sesle telaffuz ederler: “Bunu kaça verirsin?” “Bu ne kadar?” “Pahalı.” “Çok pahalı.” “Daha fazlasını vermem.” “Daha fazlasını ödemem.” Sonra yaramaz bir kız çocuğu gibi insanda yanağından makas alma arzusu uyandıran çocukça ve şen bir kahkaha atarlar.
Silah Çarşısı
En zengin ve en renkli çarşılardan biri de silahlar çarşısıdır. Aslında burası bir çarşıdan çok hazinelerle dolup taşan, insanın aklına birtakım efsaneleri ve hikâyeleri getiren görüntülerle dolu ve inanılmaz bir merak duygusu uyandıran bir müze