Edmondo De Amicis

İstanbul


Скачать книгу

döşemelerine sabitlemek pek güzeldir: Adem’in ayakkabılarından, Paris’in son moda çizmelerine kadar dünyanın bütün ayakkabıları buradan geçmiştir.

      Galatalı Sırık Hamalları

      Türklerin sarı, Ermenilerin yeşil, Rumların turkuaz, Yahudilerin siyah pabuçları, çarıklar, Türkistan botları, Arnavut tozlukları, açık ayakkabılar, Anadolu süvarilerin rengârenk paçalıkları, altın işlemeli terlikler, İspanyol espadriller, saten, ipli, bezli ayakkabılar, takunyalar o kadar çoklardır ki birine bakarken diğer yüz tanesini kaçırırsınız. Eğer dikkatli hareket etmezseniz, her an düşebilirsiniz. Bazen sırtında devasa bir şişe ile bir saka, bazen atın sırtında Rus bir hanımefendi, bazen taarruza gidiyorlarmışçasına mühimmatlı giyinmiş imparatorluk askerleri mangası, bazen büyük mal balyalarını astıkları uzun çubukları omuzlarına geçirmiş Ermeni hamallardan oluşan bir güruh, bazen vapurlara binmek için köprünün bir sağından bir solundan fırlayan Türkler hızlıca yanınızdan geçip giderler. Arada sırada kulağa çarpan ve gürültü ile ayak seslerine karıştığı için çok da anlaşılmayan bazı İtalyanca ve Fransızca kelimeler zifiri karanlıkta parlayan noktalar gibi bir etki yaratır. Bu kalabalığın içinde en çok göze çarpan ağır ağır, üçlü ya da beşli gruplar hâlinde gezinen, Napolyon’nun muhafızları gibi eski kürklü kalpaklar takan, uzun siyah kaftanlar giyen, kemerlerinde bir hançer, göğüslerinin üzerinde gümüş fişeklerle dolaşan, sakallı, elleri Rus kanına bulanmış, İstanbul’a kendi kızını ya da kız kardeşini satmak için gelmiş gibi görünen soyguncu tipli Çerkezlerdir. Bizanslı din adamlarını andıran kostümleri ve başlarında sırma işlemeli bir şala sarılmış Süryaniler, kaba işlemeli papaz elbisesi ve kürklü başlıklarıyla Bulgarlar, deri kasket ve metalik kemerin belini sıkıca sardığı tunikleriyle Gürcüler, baştan aşağı püsküller, işlemeler ve parlak düğmelerle bezeli kıyafetlerine sarılmış Ege adalarından gelen Yunanlılar da buradadır. Kalabalık ara sıra azalırmış gibi görünür ancak hemen sonrasında başka bir kalabalık akın eder, kırmızı fes ve beyaz sarıklar arasında silindirik şapkalar, şemsiyeler ve Avrupai hanımefendilerin ehram stili saçları bu Müslüman seli arasında akıntıya kapılmış gibi görünür. Halkın din seçimi konusundaki çeşitliliği insanı hayrete düşürecek seviyededir. Ermeni bir rahibin dalgalanan siyah örtüsü, bir Fransisken rahibinin parlayan kel kafası ve bir ulemanın yeniçeri usulü sarığı, beyaz mintanlı imamlar, başlıklı rahibeler, Osmanlı ordusunda görevli yeşil giyinmiş kılıçlı imamlar, Domeniken rahipleri, boyunlarında tılsımlar asılı Mekke’den dönen hacılar, cizvitler ve dervişler hepsi bir aradadır ve gerçekten çok tuhaftır ki bu dervişler camilerde günahlarının bağışlanması için kendini parçalarken, köprüden güneşten korunmak için şemsiye ile geçerler. Pür dikkat olunursa bu karışıklığın içinde binlerce eğlenceli ayrıntı gözlenebilir. Hanımının içinde olduğu arabaya dikkatlice bakan bir Hristiyan serseriye gözlerini diken bir harem ağası, bir paşanın oğluna kuyruk sallayan, eldivenli, takıp takıştırmış, son moda giyimli Fransız bir koket, Peralı bir hanımın elbisesini rahatça süzebilmek için başörtüsünü düzeltiyormuş gibi yapan İstanbullu bir hanım, merasim üniformasıyla köprünün ortasında dikilen iki eliyle burnunu sıkıp, kime denk gelirse tüyleri diken diken edecek şekilde sümküren süvari çavuşu, gözündeki hastalığını yüzüne doğru yaptığı bir hokus pokus hareketi ile tedavi edeceğine inandırarak fakirin tekinin tüm parasını elinden alan bir şarlatan, aynı gün oraya gelen Asyalı bir ayaktakımının ortasında kaybolmuş genç ve yaşlı yolculardan oluşan bir aile: anneler feryat eden çocuklarına ulaşmaya çalışırken erkekler yol açmak için itişip kakışırlar. Develer, atlar, tahtırevanlar, arabalar, öküzler, yük arabaları, yuvarlanan variller, ayakları kan revan içinde kalan eşekler ve uyuz köpekler kalabalığı ikiye bölüp ortasından tek ve uzun bir sıra hâlinde giderler. Bazen, görkemli atlı arabasına kurulmuş, peşinde onu yaya takip eden hizmetlisi, muhafızı ve zenci kölesiyle kudretli bir paşa geçer, tüm Türkler ellerini alınlarına ya da göğüslerine koyarak onu selamlarlar ve acuze Müslüman dilenciler başları örtülü göğsü bağrı açık hâlde sadaka istemek için arabanın camlarına atılırlar. Görev başında olmayan harem ağaları, ikisi, üçü, beşi birlikte, grup hâlinde geçerler, ağızlarında sigaları, uzun bacakları, siyah bol kıyafetleri ve şişman vücutları ile onları diğerlerinden ayırt etmek mümkündür. Erkek gibi yeşil şalvar, pembe ya da sarı cepken giymiş küçük güzel Türk kızları kınalı küçük elleriyle yolu açarak kedi çevikliği ile oradan oraya koşarlar. Yaldızlı kutuları ile ayakkabı parlatıcıları, ellerinde küçük bir tabure ve leğen ile berberler, sakalar ve şerbetçiler kalabalığın her yerinden fırlayarak Rumca ve Türkçe bağırır dururlar. Her adımda pırıl pırıl askerî üniformalı birine rastlanır: fesli, kırmızı pantolonlu, göğsünde armalarıyla zabitler, ordu generalleri gibi gösterişli saray seyisleri, kemerlerinde silah taşıyan jandarmalar, dev pantolonlarıyla Hotando Venüsü’nü andıran zeybekler ya da sivil askerler, beyaz uzun sorguçlu kaskları ve rütbe şeridi ile kaplı göğüsleri ile padişah muhafızları, ellerinde kelepçe ile volta atan zaptiyeler, ah o İstanbul’un zaptiyeleri! Eskiler onların Atlantik Okyanusu’na kadar her yeri disiplin altında tutabilecekleri söylerler. Sanki bir seyyar çarşısıymış gibi ne var ne yok üzerine geçirmiş olan halk ile üzerinde doğru düzgün bir kıyafet olmayan neredeyse anadan doğma dolaşan halk arasında oldukça tuhaf bir kontrast vardır. Sadece çıplaklık bile başlı başına hayrete düşürür insanı. Arnavutların süt beyaz teninden orta Afrika’nın kapkara rengine ve Darfur’un mavimsi siyah rengine kadar insan teninin her rengini, dokununca bronz bir vazo gibi çınlayacakmış ya da kuru bir toprakmışçasına parçalanacakmış gibi duran göğüsleri, yağlı, taş ve odun gibi semsert, bir yaban domuzuna aitmiş gibi kıllı sırtları, mavi ve kırmızıya boyalı, güllü dallı şekiller, Kur’an’dan ayetler, koca koca tekneler ve ortasından oklar geçen kalp dövmeleriyle kaplı kolları burada görebilirsiniz. Ama tabii ki köprüye ilk defa geliyorsanız tüm bu detayları ilk bakışta fark edemezsiniz. Siz bu boyalı kollara bakar dururken, rehberiniz size yanınızdan bir Sır-pın, bir Karadağlının bir Vlahlının, bir Ukrayna Kazak’ının, bir Don Kazak’ının, bir Mısırlının, bir Tunuslunun ya da bir İmereti prensinin geçtiğini söyleyebilir. Tüm bu insanların nereli olduğunu anlayabilmeniz için çok az vaktiniz vardır. Bu İstanbul’un her zamanki hâlidir: üç kıtanın başkenti ve yirmi memleketin kraliçesi. Ancak bu fikir bile tüm bu ihtişamın sebebi olmaya yetmez, eski kıtayı perişan eden büyük felaketler yüzünden yolları kesişen göç akımlarını düşünün. Ancak uzman bir göz bu görkemli denizde yüzünden ya da kıyafetinden Karaman, Anadolu, Kıbrıs, Kandiye, Şam ve Kudüs’ten gelenleri birbirinden ayırabilir. Dürzüyü, Kürdü, Maruniyi, Hırvatı, Pomakı ve Nil’den Tuna’ya, Fırat’tan Adriyatik’e kadar yayılan coğrafyadaki sayısız toplumun sayısız özelliklerini bilir. Güzeli arayan da çirkini arayan da arzularına yanıt verecek en eşsiz cevapları burada eşit şekilde bulur: Raffaello burada kendinden geçerdi ve Rembrandt saçını başını yolabilirdi. Yunanistan’ın ve Kafkas ırklarının el değmemiş saf güzelliği burada basık burunlara ezik kafalara karışır; tam yanınızdan kraliçeler de geçer suratsızlar da, boyalı yüzler de hastalıktan yaralardan deforme olmuş yüzler de, dev gibi büyük ayaklar da ele benzeyen küçücük Çerkez ayakları da, devasa hamallar, şişko Türkler de iskelet gibi bir deri bir kemik kalmış, insanda acıma ve merhamet hissi uyandıran siyahiler de geçer; münzevi hayatın, hazzın kötüye kullanılmasının, gece gündüz dişini tırnağına takarak çalışmanın, her yerde hükmü geçen zenginliğin ve öldüren fakirliğin yani hayatın dünyadaki en tuhaf yönleri buradadır. Kıyafetlerin çeşitliliği ise insan çeşitliliği ile mukayese edilemeyecek kadar muazzam bir büyüklüktedir. Renk konusunda