Ertesi gün geç kalkmıştım. Bahçede onları geziyor buldum. Bidar’ın çehresi pek yorgundu. Belliydi ki gece hiç uyuyamamış. Yemekten sonra Efser yukarı çıktı. Mektuplarını yazacakmış. Ben Bidar’a gece nasıl hareket edeceğini tarife başladım. Yatak odamıza götürdüm. Paravanı gösterdim. Nasıl arkasına saklanacağını, Efser yatağa girmek için arkasını kapıya döndüğü zaman nasıl çıkacağını mahir, acul bir rejisör gibi ona talim ettim. O cidden bir cinayet ika edecek bir masum gibi, idraksiz hareket ediyordu. Göreceği manzara onu şimdiden teshir, tenvim etmişti. Sözleri gayet kısalmış, birden mütefekkir olmuştu. Sıcağa rağmen gezmeye çıktık. Akşama kadar nasıl hareket edeceğini tekrar ettim. İyice karar vermişti. Akşam geç vakit geldik. Doğru yemeğe oturduk. Zavallı hiç yiyemedi. Kahvelerimizi içtikten sonra bahçeye çıktık. Gece sakin, biraz rutubetli idi. Ben çok neşeliydim. Kolumun altında Efser’in hararetini, kuvvetini hissettiğim elini sıkıştırıyor, koşmak, raks etmek, perende atmak, tehlikeli jimnastik hünerleri icra etmek arzuları duyuyordum. Bidar bana bakmayarak Efser’den müsaade istedi. Yatmaya gitti. Biz bir saatten ziyade bahçede kaldık. Bu rutubetli gecelerin aşk için yapıldığını Efser’e söylüyordum. O, gülerek: “Uyku için hangileri?” diyordu. Sağ kolumla belinin üst tarafını ihata etmiştim. Böyle hazdan bitkin geziniyorduk. O bütün bütün kendini bırakıyordu. Yıldızların sanki bu serin rüzgârla daha ziyade parlayan, ketum, teşvik edici gözleri karşısında dudaklarını öpüyordum. O da öyle asabi bir tehalük, şuh bir acele ile mukabele ediyordu. Daha aşağılara indirdiğim elimin altında yumuşak, adaleli kalçasının sıcaklığını duyuyor, şimdi meçhul bir şahidin gözü göreceği için bu bedii vücudu daha kıymetli, daha müstesna, daha leziz, daha nefis hissediyordum.
“Yatalım!” dedim, muvafakat etti.
Yine kucak kucağa yekvücut, içeri girdik, yukarı çıktık. Yatak odasına geçtik. Ben soyunurken her vakitki gibi yardım etti. Bidar’ın paravanın arkasında olduğunu bildiğimden şimdi öpmüyordum. Bu, onun dikkatini celbetti:
“Çok gezdik, yoruldun galiba?”
“Hayır, hayır. Bilakis yorulmak istiyorum, ruhum…”
Güldü, eliyle ağzıma vurdu. Ben yatağa girmiştim. O pencerenin yanındaki kanepede soyunuyordu, ben seyrediyordum. Ceketini, etekliğini çoraplarını, külotunu yavaş yavaş çıkarıyor, pencereden giren çapkın rüzgâr, dağıttığı saçlarını, dekolte gömleğinden pek cazip görünen beyaz, dolgun omuzları üzerinde uçuruyordu. Oh, Bidar da tabii benim gibi şimdi onu görüyordu. Bazı sabahlar benim müfrit okşayışlarımdan yorularak yataktan kaçmaya çalıştığı vakitler, buselerimle saçlarının arasında teganni ettiğim bir şarkıyı mırıldanıyordum:
“Serd oldu hava, çıkma koyundan kuzucağım.”
Elleriyle saçlarını arkaya attı. Üstünde yalnız pembe, dekolte gömleği kalmıştı. Yatağa gülerek, koştu:
“Daha girmedim ki…”
Elimle omzundan tuttum:
“Tamamıyla soyun.” dedim. “Gömleğini de çıkar!” İtiraz etmedi. Bir artist süratiyle, çabucak, bir saniye içinde çıkardı. Çırılçıplak kalmıştı. Yine elimle yatağa girmesine mâni oldum. Azıcık dargın, durdu:
“Daha ne istiyorsun?”
“Gerin…” dedim. Yine itiraz etmedi. Ona da itaat etti:
“Çılgınlığı bırak!” diye tatlı tatlı gülerek gerindi. Gerinirken galiba merak etti, endamını kendisi de görmek istedi. Sol köşedeki dolabın büyük aynasına başını çevirerek baktı. Tam bu esnada Bidar kapıdan çıkıyordu. Birden haykırdı. Sapsarı oldum. Kalbim şiddetle atmaya başladı. Gördü zannettim:
“Ne var?”
“Bir şey yok, ayağım acıdı.”
Hemen koynuma girmişti; tekrar neye haykırdığını sordum. Gerinirken ayağının acıdığını, bir parça burkulduğunu söyledi. Israr ettim. Beni ikna etti. Hakikaten, görmediğine kani oldum. Kucaklayışlarıma o kadar şedit, samimi mukabele ediyordu ki şüphe etmek kabil değildi. Ertesi sabah Bidar’ı yine bahçede buldum, yanına gittim. O da çıkarken haykırmasından korkmuş. Görmediğini temin ettim. Müsterih oldu. Çırılçıplak gördüğü vücudu için bir şey söylemiyor; yalnız: “Hayret! Hayret!” diyor, derin derin dalıyordu. İki üç hafta geçti. Hiçbir şey değişmemiş görünüyordu. Fakat Bidar natıkasını kaybetmişti. Hasta, ıslak bir tavuk gibi mütemadiyen düşünüyor; sorduğumuz suallere en kısa cevaplarla mukabele ediyordu. Efser daha ziyade şenlenmiş! Bilmem niçin her vakit ifratla üzerine düştüğü mütalaasını terk etmiş, çok konuşuyor, çok gülüyor, şimdiye kadar kendisinde asla müşahede etmediğim suni bir hoppalık, tuhaf bir fazlalık gösteriyordu.
Bir akşam birkaç arkadaşa işlerimiz hakkında konuşmak için, Bağlarbaşı Gazinosu’na geleceğimi vadetmiştim. Yemekten sonra gitmeye kalktım. Bidar’ı da çağırdım. Rahatsız olduğunu söyledi. Hâlbuki evvelden ne vakit gazinoya gidecek olsam refakat etmek isterdi. Bu sefer gelmemesini biraz garip bulmaktan kendimi menedemedim. Rahatsız olmadığı belliydi. Pardösümü istedim. Efser gitti, getirdi. Elinde hiç kullanmadığım revolverim de vardı. Onu niçin getirdiğini sordum. İhtimal arkadaşlarımla geç vakte kadar kalacağımı, yolda gelirken yanımda bulunmasının fena olmadığını gülerek söyledi.
“Fakat, azizem, ben Kandağı’na gitsem silah almam bilmiyor musun?” dedim. Giydiğim pardösümün cebine kendi eliyle koydu, manasını hissedemediğim garip gülüşle devam ederek:
“Kandağı’na gitmeyeceksin ama.” dedi. “Gece yarısından sonra karanlık, tenha sokaklardan geleceksin. İhtimal bu gece mutlak lazım olacak…”
İçimde meçhul bir rahatsızlık duydum. Meçhul, kablelvuku bir his “ Yakın bir felaket var!” diyordu. Yangınlar, ihtilaller, suikastlar, cinayetler tasavvur ediyordum. Bu hayaleti zihnimden defetmek istedim: “Ciddi olalım!” dedim. Gazinoya doğru gidiyor, bir marş mırıldanarak ayaklarımı ona uyduruyor, zorla cebimdeki revolveri, Efser’in bana garip, manalı bir tavırla verişini unutmuyordum. Gazinoda arkadaşlarımı buldum. Bunların hepsi bekârdı. İşimizi konuşamadık. İçmeye başladık. Unutmak istediğim meçhul can sıkıntısını mağlup etmek için tamam yirmi dört şişe bira içtim. Senede hiç olmazsa bir gün kendimi kaybedecek kadar sarhoş olmak on altı yaşımdan beri âdetimdi…
Gece yarısı geçmiş, bizden başka kimse kalmamıştı. Hepimiz sarhoştuk; kalktık. Bozuk, tozlu yollardan tam bizim köşkün önüne geldik. Dehşetli bir karanlık vardı. Uzak fenerler, muntazır ateş böcekleri gibi, titrek, donuk bir ışık çıkarıyor, havlayan köpeklerin tehditkâr sadaları, soğuk, korkunç, aksediyordu. Kapının önünde arkadaşlarla vedalaştık. Aşağı doğru gittiler. Hemen kayboldular. Müphem bir korku duyuyordum. Zili olanca küvetimle çektim. İhtimal komşular uyandı. Tekrar çektim. Küçük uşak, elinde lamba başı, göğsü yarı açık geldi. Kapıyı açtı. Biraz ferahladım. Bu ferahla, genç uşağın tüysüz yanağını okşadım.
“Uyuyordun, seni rahatsız ettim!” dedim. Tatlı tatlı güldü. Son derece sarhoş olduğumu görüyor, tuhaf bir çekinişle:
“Estağfurullah efendim.” diyordu. Tuttuğu lambanın gölgeli aydınlığı içinden bahçenin yolunu yaklaşılmış bir uçurum kıyısı gibi görüyordum. Yürüdüm, içeri girdim. Merdiveni çıktım. Düşecektim. Son derece sarhoştum. Duvara dayandım. Biraz dinlendim. Son bir gayretle sendeleyerek yatak odasına yaklaştım, kapının önünde durdum. Efser’in sesini işitiyordum, gülüyor, birisiyle konuşuyordu. Acaba hizmetçi kız yanında mıydı? Uyanık olsaydı o kadar şiddetle çektiğim zili işitecek, mutlaka sofaya çıkacaktı. Daha ziyade muhakeme edemedim. Kapıyı ittim.